Atatürk ve Halil Ağa’nın Öyküsü
Atatürk ve Nuri
Conker, birinin hazırladığı, ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkü’nün
tüm nöbetçilerini atlatırlar ve köşkten kaçarlar…
Altlarında, Nuri Conker’in bir arkadaşının
arabası vardı.
Eylül sonu
akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece’ ye doğru gidiyorlardı. Birden
Atatürk’ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı
bir adamdı bu.
Sabanının
sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu.
Fakat çiftin
bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı.
Eşit güçlerle çekilmediği için saban yalpa yapıyordu.
Atatürk şoföre
durmasını söyledi. İndiler. Köylüye seslendi:
“Kolay gelsin
Ağa!”
Köylü bu sese
başını çevirmeden karşılık verdi:
“Kolay gelsin”
“İşler nasıl
Ağa? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?”
Köylü isteksiz
konuştu:
“Tanrı’nın
gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul.
Kabahatin acığı
bizde, acığı yukarda!
Biz geç
davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi.”
“Bakıyorum,
sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu.
Öküzün yok mu
senin?”
“Var olmasına
vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar.”
“Hiç vergi
memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey!
Muhtara şikâyet
etseydin…”
Köylü güldü:
“Muhtar başında
deel miydi memurun, a bey?”
Atatürk
dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:
“Kaymakama
gitseydin.”
Köylü iyice
güldü.
“Sen de benle
gönül mü eyleyon beyim?” dedi.
Atatürk
konuşmayı sürdürdü.
“E peki,
İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini…
Onun işi bu
değil mi?“
Köylü
Atatürk’ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu.
Konuşmanın
tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı:
“Bırak şu sağarı Allasen,
biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep
derdimizi duyurabilir miyiz?”
Atatürk sordu:
“Adın ne senin
Ağa?”
“Halil… Köylük
yerde sorsan, Halil Ağa derler…”
“Demek
varlıklısın? Ağa dediklerine göre.”
“Acık çiftimiz-
çubuğumuz varken adımız Ağa’ya çıkmış.”
“Peki, Halil
Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı.
Benim bildiğime
göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz.
Sen aldılar
diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali öyle diyelim; e.. peki bir başvekil İsmet
Paşa var bilir misin?”
“Bilmez olur
muyum, beyim?”
“Tamam,
öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor.
Florya Köşkü’ne
iniyor. Köşk de şuracıkta.
Bir gün kapıda
bekleseydin de derdini dökseydin ona…
Herhalde
çaresini bulurdu.”
“Sen benim
konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun.
Ama bak şimci,
tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya…
Tutalım ki
kodular, koskoca İsmet Paşa’mızı göstertmezler ya.
Tut ki
gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele;
O sağarın sağarı! Heç işitmez beni…”
Nuri Conker,
lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.
“E peki,
bakalım bu dediğime ne bulacaksın!” dedi
“Atatürk koca
yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini.
O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!”
Köylü iyice
keyiflenmiş, gülüyordu.
“Sen ne
diyorsun bey?” dedi.
“Mustafa Kemal
Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek…
Hem, tut ki
gördük.
Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim
öküzün arkasından mı seyirecek?”
Halil Ağa,
sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk’ten yeni aldığı
sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye
hazırlanıyordu.
Konuşacak bir
şey de kalmamıştı.
Atatürk
köylünün omuzuna elini koyarak,
“Senden
hoşlandım Halil Ağa” dedi.
“Bir gün köyüne
de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana
söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!”
Döndüler,
arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı.
“Meraklanma
beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez.
Fakat bu, Devlet Baba’ya borçtur. Ödenmesi gerek…”
Otomobil
hareket etti. Atatürk’ün canı sıkılmıştı.
“Bir uygun
yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!” dedi.
Dönüş yolunda
Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu.
Yüzünde ince
bir keder vardı.
“Yahu çocuk, şu Halil Ağa’nın
vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da ‘Devlet Baba’
diyor.
Ne mübarek
millet, bu millet!”
Köşke
döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:
“Şimdi” dedi:
“İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!
Bu akşam
kendilerini yemeğe bekliyorum.
Ayrıca Vali
Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa’yı bul, onlara da haber ver.” Yaver odadan
çıktı.
Atatürk, Nuri
Conker’e döndü:
“Şimdi sen de
arabayla çıkıp o Halil Ağa’ya gideceksin.
Ona benim kim
olduğumu söyleme.
Tüccar, zengin
bir adam filan dersin.
‘Seni sevdi,
sana öküz alıverecek’ diye bir şeyler söyle, kandır.
Kuşkulandırmadan
al getir buraya.”
O akşam
Atatürk’ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve
İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’dan oluşan yirmi beş konuk vardı.
Atatürk, “Bu
akşam soframıza efendimiz gelecek” dedi.
“Kendisine
nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum.”
Bir süre sonra
içeri başyaver girdi ve Atatürk’ün kulağına bir şeyler söyledi. Atatürk
“Buyursun“ dedi.
Başyaver kapıyı
açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı
başında da İsmet Paşa’nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı.
Dizlerinin bağı
çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa
kalktılar.
Atatürk son
konuğunu,
“Hoş geldin
Halil Ağa” diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:
“İşte
beklediğimiz, Efendimiz” dedi.
Nuri Conker,
Halil Ağa’yı Atatürk’ün sağ başına oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye
geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker’le birlikte nasıl
kaçtığını, Halil Ağa’yı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken
nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu
ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi:
“Şimdi gerisini
Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız.
Ben
sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu
gibi tekrarlayacak.”
Halil Ağa’ya
döndü:
“Bak beri,
Halil Ağa” dedi. “Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü
pek çok beğendiğimi bugün söyledim.
Konuşmamızdan
sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek.
Öküzünü de
alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada
söylediklerini aynen tekrarlayacaksın.
İşte soruyorum:
‘Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu
senin?”
Halil Ağa
dudakları titreyerek Atatürk’ün ayağına kapanacak oldu. Atatürk önledi:
“Yoo, bak böyle
şey istemem.
Soruyorum cevap
ver.”
Soru – cevap
valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı
izliyorlardı.
Ürkütücü
sorulara gelmişti sıra.
Atatürk sordu:
“Peki, İstanbul
şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?”
Vali Muhittin
Üstündağ, Halil Ağa’nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl
desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
“Vali paşamızı
biz görüp dururuz buralarda.
Eteğine düşsek
derdimizi duyurabilir miyiz ki…“
“Olmadı bu, Halil
Ağa… Bana dediğin gibi, dosdoğru...”
“Böyle demedik
mi beyim?”
“Ya, ben mi
yanlış anladım? Dur soralım bakalım Nuri’ye. Nuri, böyle mi dedi bize Halil
Ağa?”
Nuri Conker
karşılık verdi. “Hayır Paşam!”
“Gördün mü?
Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?
Aynen bana söylediğin gibi söyle.”
Halil Ağa
kekeleyerek konuştu:
“Köylük yerinde
bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır, paşam” dedi.
“Kusura kalma
gayri…”
Atatürk gülmeye
başladı:
“Diplomatsın
ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa…
Ama şimdi
diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız…
Söyle bana,
orada dediğin gibi…”
Halil Ağa
gözünü yumup, başını yere eğdi:
“Şaşırmışım,
ağzımdan yanlışlıkla
‘Bırak bu
sağarı’ diye bir laf kaçırmışım…”
Sofrada
gülüşmeler başlamıştı.
“Hadi buna da
oldu diyelim. Geçelim gerisine:
“E, peki bir
Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?“
Halil Ağa İsmet
Paşa’nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:
“Şanlı İsmet
Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün…”
Atatürk Halil
Ağa’yı durdurdu.
“Bırak şimdi
övgüleri” dedi. “Ben lafın gerisini getireyim:
Tamam, öyleyse,
hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya Köşkü’ne iniyor, köşk de şuracıkta.
Bir gün kapıda
bekleseydin de derdini dökseydin ona.
Herhalde bir
çaresini bulurdu.”
Halil Ağa yine
kaçamak yanıt verdi:
“Kapıya
koymazlar ya bizi, koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!”
Atatürk’ün sesi
iyice sertleşti:
“Beni
uğraştırma, Halil Ağa” dedi.
“Erkek adam
sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!”
Halil Ağa ürktü,
toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:
“Şanlı Paşamıza
da sağar dedikti ya…”
“Yalnız sağar değil, ’sağarın sağarı’ değil miydi?”
Halil Ağa yere
eğik başını acıyla salladı:
“Öyle dedikti
paşam, doğrusun!” diyebildi.
Atatürk, İsmet
Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi.
“Son soruyu
sorayım şimdi” dedi. “Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git.”
“Koca yaz
şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini.
O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?“
“Hiç bırakır mı
Aslan Paşam benim! Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler.”
“Bırak bunları
Halil Ağa, dediğini tekrarla.”
Halil Ağa
birden diklendi.
Her şeyi göze
almış insanların yiğitliği içinde doğruldu.
Atatürk’ün
gözlerinin içlerine bakarak konuştu.
“İşte bunu
demem Paşam” dedi.
“Ağzıma ataş
doldur, işte bunu demem!”
Atatürk gülmeye
başladı:
“Zorlatacak
bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor.” dedi.
“Mustafa Kemal
Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam.
‘Görsem de,
işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından
mı seğirtecek’ demiştin.”
Halil Ağa’nın
gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Taş kesilmiş, duruyordu.
Atatürk
konuşmasını içtenlikle sürdürdü:
‘Atatürk de işi içkiye vurmuş,
sarhoşun biri’ demeye getirdin ya fazla üstelemeyeyim” dedi.
“Şimdi bak beni
dinle, Halil Ağa…
Seni şu kadar
üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi:
Şu gördüğün
altı bay hükümet… Yani, biri Başbakan, ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak
olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler.
Bir kanun
gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre’den mi olur, İtalya’dan mı
olur, Fransa’dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçeye
çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi’ne…
Bu Millet
Meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara
gelir.
Bunlar da
‘hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek
yok’ derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun! Ama sonra bir
vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa’nın öküzünü çeker, satar…
Halil Ağa da
tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim
zorlaşırmış, kimin umurunda… Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar,
işitirim, tasalanırım!
E, hakça söyle
bakalım şimdi Halil Ağa…
Sen benim
yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için içmez
misin?
Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana ’sarhoş’
der...”
Halil Ağa’nın
dili çözülmüştü:
“Öyle diyen yok
haşa! Dinden çıkmak gibidir…
Buldun mu bunu,
hacısı da içer, hocası da içer…”
Atatürk sordu:
“Peki, sen de
içer misin?“
“Hiç bulunur da
içilmez olur mu, Paşam?
İçeriz ki,
tıpkı şerbet gibi!”
Atatürk hizmet
edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu.
Kendi kadehini
Halil Ağa’ya uzattı:
“Hadi bakalım
Halil Ağa” dedi. “Sağlığına içelim.”
Halil Ağa,
“Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık düşürsün”
dedikten sonra Halil Ağa, edeple başını kenara çevirdi, eline verilen kadehi
bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu.
Ellerini
dizlerinin üzerine koyarak Atatürk’e döndü:
“Yunan’ı denize
döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin.
Benim gibi bir
köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki…
Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem…”
Halil Ağa
Atatürk’ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca tuttu ve bu
hareketi yapmasını önledi.
Halil Ağa bu
kez, Atatürk’ün ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı: “Bayrağımız gibi sen
de başımızdan eksik olma inşallah!
Sana her kim
düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!
Gayri bana
izin, koca Paşam!“
“Yemek
yemedin!”
“Yemek kolay…
Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim.”
Atatürk Nuri
Conker’e işaret etti.
Conker kalkıp
Halil Ağa’nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk’ü, sonra
sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi.
Kapı kapandığı
zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:
“Efendimizin
halini gördünüz mü beyler?” dedi.
“Devlet size
böyle davransa, siz ne yaparsınız?
Mübarek millet
bu, adam millet bu…
Şimdi bu adam
milletin karşısında ‘adam olmak,’ bize düşüyor!”
Sofrada kesin
bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk’ten ayıramıyordu:
“Halil Ağa’nın
öküzünü satıp, üretimini
aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış
yorumlanarak Halil Ağa’nın öküzünü satıyor.
İkisi de bence
birbirinden farksız…
Böyle bir kanun
yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır.
Nasıl yaparız,
nasıl yapmışız bunu?
Eğer yaptığımız
kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet
nasıl bir yönetim içindedir?
Sonra unutmayın
ki, olay İstanbul’da geçiyor.
Bunun Van’ı
var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi var;
Acaba oralarda
neler oluyor?
Bu çark iyi
dönmüyor beyefendiler!”
Kaynak: İsmet Bozdağ’ın “Atatürk’ün Sofrası” kitabı.
Atatürk'ün büyüklüğünü, halka sevgisini, yaşanan olumsuzlukları büyük bir incelikle anlatan güzel yazı
YanıtlaSilÜnsal Kalaycıoğlu