Kuvayi Milliye Destanı ve 30 Ağustos İçin Derlediğim Resim Kareleri




"Mevzubahis Vatansa Gerisi Teferruattır." diyen 

Esareti Kabul Etmeyen
Bu Zaferi 
Bizlere Armağan Eden

Başta
Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere
Kuvayi Milliyeci Kahraman Gazilerimizi ve Şehitlerimizi
Hürmet, Minnet ve Şükranla Anıyorum.

Çağdaş uygarlık yolunda kararlı bir şekilde ilerlemek
Ülkemizi çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak için
Birlik ve beraberlik içerisinde var gücüm ile çalışacağım.

Kuvayi Milliyeci Kahramanlarımıza
Layık Olmak İçin
Elimden Ne Geliyor ise Yapmaya  
ANT OLSUN

30 Ağustos Zafer Bayramınızı Kutlarım

Tarık Başçıl _ 30 Ağustos 2023

Kuvayi Milliye Destanı

BAŞLANGIÇ
ONLAR
Onlar ki;
Toprakta Karınca
Suda Balık
Havada Kuş kadar çokturlar

Korkak
Cesur
Câhil
Hakîm ve Çocukturlar

Ve kahreden yaratan ki onlardır.

Destânımızda Yalnız 
Onların Mâceraları Vardır.

Onlar ki uyup hainin iğvâsına (yoldan çıkarma, baştan çıkma)
Sancaklarını elden yere düşürürler
Ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine
Ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
Ve yeşil bir ağaç gibi gülen
Ve merasimsiz ağlayan
Ve ana avrat küfreden ki onlardır

Destânımızda Yalnız 
Onların Mâceraları Vardır.

Demir
Kömür ve şeker
Ve kırmızı bakır

Ve mensucat
Ve sevda ve zulüm ve hayat
Ve bilcümle sanayi kollarının

Ve gökyüzü
Ve sahra
Ve mavi okyanus
Ve kederli nehir yollarının sürülmüş toprağın
Ve şehirlerin bahtı
Bir şafak vakti değişmiş olur
Bir şafak vakti karanlığın kenarından

Onlar Ağır Ellerini 
Toprağa Basıp
Doğruldukları Zaman.

En bilgin aynalara
En renkli şekilleri aksettiren onlardır.

Asırda Onlar Yendi
Onlar Yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair ve onlar için:
Zincirlerinden Başka
Kaybedecek Şeyleri Yoktur 
denildi.

1. BAP
YIL 1918-1919 ve
KARAYILAN HİKÂYESİ

Ateşi ve ihaneti gördük
Ve yanan gözlerimizle durduk
Bu dünyanın üzerinde.

İstanbul 918 Teşrinlerinde,
İzmir 919 Mayısında

Ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar :
Haziran ortalarına kadar

Yani tütün kırma mevsimi
Yani, arpalar biçilip
Buğdaya başlanırken yuvarlandılar...
Adana
Antep
Urfa
Maraş

Düşmüş
Dövüşüyordu...

Ateşi ve ihaneti gördük.
Ve kanlı bankerler pazarında                       

Memleketi Alaman'a satanlar
Yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar

Düştüler can kaygusuna
Ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
Karanlığa karışarak basıp gittiler.

Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet
En azılı düvellerle dövüşüyordu fakat
Dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat, iki kat soyulmamak için.

Ateşi ve ihaneti gördük.
Murat nehri, Canik dağları ve 

Fırat, Yeşilırmak, Kızılırmak,
Gültepe, Tilbeşar Ovası,
                     gördü uzun dişli İngiliz'i.

Ve Aksu'yla Köpsu,
Karagöl'le Söğüt Gölü

Ve gümüş basamaklı türbesinde yatan
Büyük, âşık ölü, şapkası horoz tüylü İtalyan'ı gördü.

Ve Çukurova
Kkıyasıya düzlük
Uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya

Ve Seyhan ve Ceyhan
Ve kara gözlü Yürük kızı gördü mavi üniformalı Fransız'ı.

Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.
Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu ve ağalar :

Bağdasar Ağa'dan
Kellesi Büyük Mehmet Ağa'ya kadar, düşmanla birlik oldular.

Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp, gelinlerin ırzına geçip, çocukları öldürüp
Ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman, dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan
Ve çığ gibi çoğaldı çeteler

Ve köylülerden paşalar görüldü
kara donlu köylülerden.
Ve bizim tarafa geçenler oldu
Tunuslu ve Hindli kölelerden.
Ve Türkistanlı Hacı Ahmet, kısık gözleri, seyrek sakalı, hafif makinalı tüfeğiyle dağlarda bir başına dolaştı.
Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü
Ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin, ne zaman sıkışsa bizimkiler, peyda oluverdi, yerden biter gibi o
Ve ateş etti

Ve düşmanı dağıttı
Ve kayboldu dağlarda yine.

Ateşi ve ihaneti gördük.
Dayandık
Dayandık her yanda
Dayandık İzmir'de, Aydın'da

Adana'da dayandık
Dayandık, Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te.

Antepliler silâhşor olur, uçan turnayı gözünden
Kaçan tavşanı ard ayağından vururlar
Ve arap kısrağının üstünde
Taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.

Antep sıcak
Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.

Karayılan
Karayılan olmazdan önce

Antep köylüklerinde ırgattı.
Belki rahatsızdı, belki rahattı
Bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular

Yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi
Ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.

Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur
Onun atı, silâhı, toprağı yoktu.

Boynu yine böyle çöp gibi ince
Ve böyle kocaman kafalıydı

Karayılan
Karayılan Olmazdan Önce.

Düşman Antep'e girince
Antepliler onu korkusunu saklayan
Bir fıstık ağacından alıp indirdiler.

Altına bir at çekip
Eline bir mavzer verdiler.

Antep çetin yerdir.
Kırmızı kayalarda yeşil kertenkeleler.
Sıcak bulutlar dolaşır havada ileri geri...

Düşman tutmuştu tepeleri
Düşmanın topu vardı.

Antepliler düz ovada sıkışmışlardı.
Düşman şarapnel döküyordu
Toprağı kökünden söküyordu.
Düşman tutmuştu tepeleri.

Akan, Antep'in Kanıydı.

Düz ovada bir gül fidanıydı
Karayılan'ın
Karayılan olmazdan önceki siperi.

Bu fidan öyle küçük
Korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun
Namlıya tek fişek sürmeden yatıyordu yüzükoyun.

Antep sıcak
Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.

Fakat düşmanın topu vardı.
Ve ne çare, kader
Düz ovayı Antepliler
Düşmana bırakacaklardı.

"Karayılan" olmazdan önce
Umurunda değildi Karayılan'ın
Kıyamete dek düşmana verseler Antep'i.
Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.
Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi
Korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.

Siperi bir gül fidanıydı onun
Gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun
Ak bir taşın ardından

Kara bir yılan çıkardı kafasını.

Derisi ışıl ışıl
Gözleri ateşten al
Dili çataldı.
Birden bir kurşun gelip
Kafasını aldı.
Hayvan devrildi kaldı.

Karayılan
Karayılan olmazdan önce

Kara yılanın encâmını görünce
Haykırdı avaz avaz
Ömrünün ilk düşüncesini .

İbret Al
Deli Gönlüm
      Demir Sandıkta Saklansan
Bulur Seni
      Ak Taş Ardında
Kara Yılanı Bulan Ölüm.

Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
Bir tarla sıçanı kadar korkak olan
Fırlayıp atlayınca ileri
Bir dehşet aldı Anteplileri

Seğirttiler peşince.
Düşmanı tepelerde yediler.
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
Bir tarla sıçanı kadar korkak olana :

KARAYILAN dediler.

Karayılan der ki;
Harbe oturak
  Kilis yollarından kelle getirek
  Nerde düşman varsa
Orda bitirek
  Vurun ha yiğitler
Namus günüdür.

Ve biz de bunu böylece duyduk
Ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen
Karayılan'ı
Ve Anteplileri
Ve Antep'i
Aynen duyup işittiğimiz gibi

Destânımızın 
1. Bâbına Koyduk.

2. BAP
YIL YİNE 1919 ve
İSTANBUL'UN HÂLİ ve
ERZURUM ve SIVAS KONGRELERİ ve
KAMBUR KERİM'İN HİKÂYESİ

Biz ki İstanbul şehriyiz,
Seferberliği görmüşüz :
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi
                      
 bir de İttihatçılar,
        bir de uzun konçlu Alman çizmesi
                       914'ten 18'e kadar
                                    yedi bitirdi bizi.

Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker
erimiş altın pahasında gazyağı
ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular
sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında.
Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa
                              ve süpürge tohumu
ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.
Ve lâkin Tarabya'da, Pötişan'da ve Ada'da Kulüp'te
aktı Ren şarapları su gibi
ve şekerin sahibi
kapladı Miloviç'in yorganına 1000 liralıkları.

Miloviç de beyaz at gibi bir karı.
Bir de sakalı Halife'nin,
bir de Vilhelm'in bıyıkları.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
güzelizdir,
dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.
Öfkeli, büyük bir şair :
«Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
                                                                   demiş
                                                                        bize
ve bir başkası,
yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
işte, arzederiz halimizi
       Türk halkının yüce katına.
Mevsim yazdır,
919'dur.

Ve teşrinlerinde geçen yılın
dört düvele teslim ettiler bizi,
                       gözü kanlı dört düvele
                               anadan doğma çırılçıplak.
Ve kurumuştu
            ve kan içindeydi memelerimiz.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan
                        bir de Yunan,
bir de zavallı Afrika zencileri
                         yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz :
Vahdettin Sultan,
                        ve damadı Ferit
ve İngiliz muhipleri
                            ve Mandacılar.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
yüce Türk halkı,
malûmun olsun çektiğimiz acılar...

919 Temmuzunun 23'üncü günü
          pek mütevazı bir mektep salonunda
                            in'ikad etti Erzurum Kongresi.

Erzurum'un kışı zorludur balam,
tandırında tezek yakar Erzurum,
buz tutar yiğitlerinin bıyığı
ve geceleyin karlı ovada
                kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.

Erzurum'da kavaklar, balam,
            Erzurum'da kavaklar tane tane,
kavaklarda tane tane yapraklar.
Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez
            Erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.

Erzurum'un düzdür, topraktır damı.
Erzurum güzelleri giyer, balam,
                          incecik ak yünden ehramı.
Yürek boynun büker, balam,
                          Erzurumlu türkülere.
Halim selimdir Erzurum'un adamı
                         ve lâkin dönmesin gözü bir kere!...

Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre :
orda, mazlum milletlerden bahsedildi
                             bütün mazlum milletlerden
ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.

Orda, bir Şûrayı Millî'den bahsedildi,
İradei Milliyeye müstenit bir Şûrayı Millî'den.
Buna rağmen,
«Âsi gelmiyelim» diyenler vardı,
                 «makamı hilâfet ve saltanata.»
Hattâ casuslar vardı içerde.

Buna rağmen,
«Bütün aksâmı vatan birküldür» denildi.
«Kabul olunmaz,» denildi,
                         «Manda ve Himaye...»

Buna rağmen,
İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
Türk halkından kesmişlerdi umudu.
Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a :

   «Amerikan mandası altına girelim,» diye.
   «İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma
     bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,
     birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,
     şu halde, diyorlardı, şu halde,
     Memâliki Osmaniye'nin cümlesine şâmil
                    Amerikan mandaterliğini talep etmeği
                                 memleketimiz için en nâfi
                                         bir şekli hal kabul ediyoruz.»

Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu.
Erzurum'un kışı zorludur balam,
buz tutar yiğitlerin bıyığı.
Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam,
                  kabullenmez yılgınlığı...

İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar,
tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,
çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri
                   ve biçare telgraf telleri
                   devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu
                   şöyle diyorlardı Erzurum'dakilere :

«Bizi bir başımıza bıraksalar,
  tarafgirlik, cehalet
              ve çok konuşmaktan başka müspet
                                            bir hayat kuramayız.
  İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor.
  Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika.

  Ne olacak,
  Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,
  sonra Yeni Dünya'nın sayesinde
  İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan
                            bir Türkiye vücuda geliverir.
  Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına
                             nasıl bir idare kurduğunu
                                        Avrupa'ya göstermek ister.
  Hem artık işi uzatmağa gelmez.
  Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.
  Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir :
  Türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»

 
4 Eylül 919'da toplandı Sıvas Kongresi,
ve 8 Eylülde
       Kongrede bu sefer
                    yine ortaya çıktı Amerikan mandası.
Ak koyunla kara koyunun
                                  geçitte belli olduğu günlerdi o günler.
Ve İstanbul'dan gelen bazı zevat,
                        sapsarı yılgınlıklarıyla beraber
                        ve ihanetleriyle birlikte
                        bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler.
Ve Erzurumlulardan ve Sıvaslılardan ve Türk milletinden çok
                        işbu Mister Bravn'a güveniyorlardı.

Bu zevata :
    «İstiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!»
                                                             denildi.
Fakat ayak diredi efendiler :
        «Mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,»
                                                                         dediler,
        «Herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,»
                                                                     dediler,
        «Hem zaten,»
                      dediler,
        «birbirine mani şeyler değildir
                                      istiklâl ile manda.
          Ve esasen,»

                          dediler,
        «müstakil kalamayız böyle bir zamanda.
          Memleket harap,
                          toprak çorak,
                                   borcumuz 500 milyon,

                                              vâridat ise 15 milyon ancak.
          Ve Allah muhafaza buyursun
                           İzmir kalsa Yunanistan'da
                                    ve harbetsek,
                                               düşmanımız vapurla asker getirir.

          Biz Erzurum'dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz?
          Mandayı kabul etmeliyiz, hemen,»
                                                         dediler.
        «Onlar dretnot yapıyor,
          biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz.
          Hem, İstanbul'daki Amerikan dostlarımız :
          Mandamız korkunç değildir,
                                       diyorlar,

          Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir,
                                                        diyorlar.»

Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul'dan gelen zevat.
Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat,
         
   «Hey gidi deli gönlüm,»
                                         dedi,
            «Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,
              ya İSTİKLAL, ya ölüm!»

                                               dedi.

Kambur Kerim de böyle dedi aynen.
Adapazarlıydı Kambur Kerim.
Seferberlikte ölen babası marangozdu.
Seferberlik denince aklına Kerim'in :

çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,
                    Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp
                               kaz gütmek,
                               mektep kitapları
                    ve bir de saçları altın gibi sarı
                    fakat alnı çizgiler içinde anası gelir.
335'te Kerim Eskişehir'e gitti,
                    mektebe, teyzelerine ve dayısına.
Dayısı şimendiferde makinistti.
Düşman elindeydi Eskişehir.
Kerim on dört yaşındaydı,
kamburu yoktu.

Dümdüzdü fidan gibi
                    ve dünyaya meraklı bir çocuktu.
Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi
Kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri
(çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın)
               Hintli askerlerle dost oldu Kerim.
Bunlar
          (şaşılacak şey)
                     Türkçe bilmeyen
ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak,
avuçlarının üstü esmer, içi ak
ve tel örgülerin üzerinden
Kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı.

Kocaman bir ambarları vardı,
Kerim içinde oynardı.
Ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm,
                                       (şaşılacak şey,
                                       katırların yemesi için)
      ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar.

Bir gün dedi ki makinist dayısı Kerim'e :
     «Ambardan silâh çalıp bana getir,
       gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.»
Ve ambardan silâh çaldı Kerim :
                             bir
                                 bir tane daha
                                                 beş
                                                     on.
Aldattı Hindistanlı dostlarını
                          zeybekleri daha çok sevdiğinden.

Zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti,
Kerim geçirdi onları istasyona kadar.
Ertesi gün Lefke köprüsünü atıp
                          zeybekler gelince Eskişehir'e
dayısı Kerim'i elinden tutup
                              verdi onlara.

Ve işte o günden sonra
                        bugüne kadar
                                 kahraman bir türküdür ömrü Kerim'in.
Eskişehir'den alıp onu
«Kocaeli Grubu» paşasına götürdüler.
Çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.

Çabucak öğrendi Kerim ata binmeyi,
sığırtmaç olmayı
              -zaten bilgisi vardı bunda-
kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,
gizlenmeyi ormanda.

Ve bütün bu marifetleriyle Kerim
kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak
ve «Geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak
düşman içinden geçip getirdi haber
                                        götürdü haber.

Onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler,
bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o.
Ve bir fidan gibi düz
                   bir fidan gibi cesur
                         bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun
sevinçle oynadığı bu müthiş oyun
                               sürdü 1337'ye kadar...

Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir :
yüksek
         kalın.
Gökyüzü gözükmez.
Durgun bir geceydi.
Hafif yağmur yağmıştı biraz önce.
Fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar
karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri Kerim'in.

Solda
         ilerde
                 tepenin eteğinde ateş yanıyordu :
«Tekneciler» diye anılan
                                gâvur çetelerinin olmalı.
Dallardan damlalar düşüyordu Kerim'in yüzüne.
Beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor.
İpsiz Recep'in yanından dönüyordu Kerim.
            Kâatlar götürmüş
                                   kâatlar getiriyor.

Birdenbire durdu beygir,
heykel gibi,
-Tekneciler'in ateşini görmüş olacak-
sonra birdenbire dörtnala kalktı.
Şaşırdı Kerim.
Dizginleri bıraktı.
Sarıldı beygirin boynuna.
Deli gibi gidiyordu hayvan.

Çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar.
Meşeleri ve gürgenleriyle orman
karanlık  bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.
Kim bilir kaç saat böyle gidildi.
Orman bitti birdenbire.
-Ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı
Ve Kerim aynı hızla geldiği zaman
                               Armaşa'nın altında Başdeğirmenler'e
                                            beygir ansızın kapaklandı yere,
                                                                tekerlendi Kerim.

Doğruldu.
Ve aklına ilk gelen şey
                       saatına bakmak oldu.

Kırılmıştı camı.
Bindi beygire tekrar.
Hayvan topallıyordu biraz.
Uslu uslu yola koyuldular.
Sol kulağı kanıyordu Kerim'in,
Kirezce'ye geldiler
                     (Sapanca'yla Arifiye arası),

Kerim durdu,
Biraz zor nefes alıyordu.
Geyve'ye girdi ertesi akşam.
Beli o kadar ağrıyordu ki
                             inemedi beygirden
                                                       indirdiler.
Kerim'i bir yaylıya bindirdiler.
Adapazarı.
Sonra belki on gün, belki on beş,
                      kağnılar, mekkâre arabaları,
sonra, gitgide daralan nefesi,

Yahşıhan,
              Konya,
                         Sile nahiyesi
                         (burda malûl gaziler için
                                         takma kol ve bacak yapılıyordu),

ve nihayet Hatçehan köyünden çıkıkçı Şerif Usta.
Hâlâ rüyalarında görür Kerim
                   incecik bir yoldan eşekle gelip
                                          üzerine doğru eğilen
                                          bu çiçekbozuğu insan yüzünü.

Usta, ovdu Kerim'i bayıltıncaya kadar.
Sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini.
Yirmi gün geçti aradan.
Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden
                                          Kerim'i kambur çıkardılar.

3. BAP
YIL 1920 ve
ARHAVELİ İSMAİL'İN HİKÂYESİ

Ateşi ve ihaneti gördük.

Düşman ordusu yine başladı yürümeğe.
Akhisar, Karacabey,
Bursa ve Bursa'nın doğusunda Aksu,
                          çarpışarak çekildik...
920'nin
           29 Ağustos'u :
                           Uşak düştü.
Yaralı
        ve dehşetli kızgın
                      fakat toprağımızdan emin,
                                         Dumlupınar sırtlarındayız.
Nazilli düştü.

Ateşi ve ihaneti gördük.
Dayandık
            dayanmaktayız.

1920 Şubat, Nisan, Mayıs,
Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı :
İçimizde Hilâfet Ordusu,
                        Anzavur isyanları.

Ve aynı sıradan,
3 Ekim Konya.
Sabah.
500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla Delibaş
                                                      girdi şehre
.
Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler.
Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp
                                   ölümlerine giderken
terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler.

Ve 29 Aralık Kütahya :
4 top
    ve 1800 atlı bir ihanet
                            yani Çerkez Ethem,

bir gece vakti
kilim ve halı yüklü katırları,
koyun ve sığır sürülerini önüne katıp
                                           düşmana geçti.
Yürekleri karanlık,
kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü,
atları ve kendileri semizdiler...

Ateşi ve ihaneti gördük.
Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil.
Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil,
inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle,
silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan.
Beygirler çirkindiler,
                            bakımsızdılar,

hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi.
Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden
sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı.
İnsanlar uzun asker kaputluydu,
                                      yalnayaktı insanlar.
İnsanların başında kalpak,
                                      yüreklerinde keder,
                    yüreklerinde müthiş bir ümit vardı.
İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler.
İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla
                   köy odalarında unutulmuştular.

Ve orda sargı,
                    deri
                         ve asker postalları halinde
                         yan yana, sırtüstü yatıyorlardı.
Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden
                                                         eğrilip bükülmüştü
ve avuçlarında toprak ve kan vardı.

Ve asker kaçakları,
korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla
karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı.
Acıkmıştılar,
merhametsizdiler,
bedbahttılar.

Şosenin ıssız beyazlığına inip
nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor
ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları için

                                    deviriyorlardı uçurumlara :
şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları.

Ve çok uzak,
                çok uzaklardaki İstanbul limanında,
gecenin bu geç vakitlerinde,
kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları :
                                                hürriyet ve ümit,
                                                su ve rüzgârdılar.
Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.
Tekneleri kestane ağacındandı,
üç tondan on tona kadardılar
ve lâkin yelkenlerinin altında
                             fındık ve tütün getirip
                                   şeker ve zeytinyağı götürürlerdi.

Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı.
Şimdi, denizde bir insan sesinin
                   ve demirli şileplerin kederlerini
ve Kabataş açıklarında sallanan
                            saman kayıklarının fenerlerini
                                                    peşlerinde bırakıp
ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp
                                                küçük,
                                                          kurnaz
                                                                    ve mağrur
                                                  gidiyorlardı Karadeniz'e.
Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki

bunlar
uzun eğri burunlu
ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki
sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin
                                                zaferi için
hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin
bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...

Karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan
                                                baltabaş gemi
                                                İngiliz torpitosudur.
Ve dalgaların üstünde sallanarak
                                             alev alev
                                                          yanan :

                        Şaban Reisin beş tonluk takası.

Kerempe Fenerinin yirmi mil açığında,
gecenin karanlığında,
dalgalar minare boyundaydılar
ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu.
Rüzgar :
        yıldız - poyraz.
Esirlerini bordasına alıp
                       kayboldu İngiliz torpitosu.
Şaban Reisin teknesi
                       ateşten diregiyle gömüldü suya.

Arheveli İsmail
              bu ölen teknedendi.

Ve şimdi
Kerempe Fenerinin açığında,
batan teknenin kayığında
emanetiyle tek başınadır,
fakat yalnız değil :
                    rüzgârın,
                            bulutların
                                  ve dalgaların kalabalığı,
İsmail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.

Arheveli İsmail
              kendi kendine sordu :
«Emanetimizle varabilecek miyiz?»
Kendine cevap verdi :

«Varmamış olmaz.»

Gece, Tophane rıhtımında
Kamacı ustası Bekir Usta ona :
«Evlâdım İsmail,» dedi,
«hiç kimseye değil,» dedi,
                        «bu, sana emanettir.»

Ve Kerempe Fenerinde
düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
İsmail, reisinden izin isteyip,
                      «Şaban Reis,» deyip,
                      «emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip
                                                  atladı takanın patalyasına,
                                                                                 açıldı.

«Allah büyük
  ama kayık küçük» demiş Yahudi.
İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi,
                                      bir sağnak daha,
                                      peşinden üç-kardeşler.
Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer
                                                alabora olacaktı.

Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.
Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor :
Sıvastopol'a giden bir geminin
                                        sancak feneri.

Elleri kanayarak
                      çekiyor İsmail kürekleri.
İsmail rahattır.
Kavgadan
                ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
İsmail unsurunun içinde.

Emanet :
           bir ağır makinalı tüfektir.
Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini
                                     ta Ankara'ya kadar gidip
                                     onu kendi eliyle teslim edecektir.

Rüzgâr bocalıyor.
Belki karayel gösterecek.
En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
Fakat İsmail
                 ellerine güvenir.

O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini
                                               aynı emniyetle tutarlar.

Rüzgâr karayel göstermedi.
Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr
bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi
                                                         düştü.

İsmail beklemiyordu bunu.
Dalgalar bir müddet daha
yuvarlandılar teknenin altında
sonra deniz dümdüz
                            ve simsiyah
                                            durdu.

İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri.
Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
Bir ürperme geldi İsmail'in içine.
Ve bir balık gibi ürkerek,
bir sandal
bir çift kürek
ve durgun
           ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
Ve birdenbire
             öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
                                            yıldı elleri,
                                            yüklendi küreklere,
                                            kırıldı kürekler.

Sular tekneyi açığa sürüklüyor.
Artık hiçbir şey mümkün değil.
Kaldı ölü bir denizin ortasında
                        kanayan elleri ve emanetiyle İsmail.

İlkönce küfretti.
Sonra, «elham» okumak geldi içinden.
Sonra, güldü,
           eğilip okşadı mübarek emaneti.
Sonra...
Sonra, malûm olmadı insanlara
Arhaveli İsmail'in âkıbeti...

4. BAP
NURETTİN EŞFAK'IN BİR MEKTUBU ve
BİR ŞİİRİ

Kardeşim,
sana bu mektubu Ankara'da Kuyulu kahvede yazıyorum.
Hep aynı Anadolu havalarını çalıyor gramofon
                     kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla,
Dışarda yağmur...
Mektepten istifa ettim.
Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle.

Çocuklarımıza Türkçe okutmak,
öğretmek, sevdirmek onlara
              dünyanın en diri, en taze dillerinden birini,
                                                       kendi dillerini,
                                                                güzel şey,
                                                                  büyük şey.
Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede
                                                            daha büyük
                                                            daha güzel.

Biliyorum :
            iş bölümünden bahsedeceksin.
Fakat, Ankara'da çocuklara ders vermek,
bozkırda ateş hattına girmek
                                       haksız ve hazin
                                                 bir iş bölümü.
Öyle günlerde yaşıyoruz ki
ben bir iş yapabildim diyebilmek için :
hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.

Bak, tam sana bunları yazarken
asker geçiyor sokaktan ;
yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak
Meclis'in önüne doğru iniyorlar,
                        İstasyona gidecekler.
Ve türkü  söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi,
                   sesini incelterek marş okuyor genç Türk köylüsü :
                          «Ankara'nın taşına bak,
                            gözlerimin yaşına bak...»

Yüzleri mühim, dalgın ve yorgun.
Tıraşları uzamış biraz.
Elleri büyük ve esmer.
Elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.

Yine birdenbire Yunus Emre geldi aklıma.
Başka türlü anlıyorum ben Yunus'u :
Bence onda bütün bir devir dile gelmiş Türk köylüsü :
                                      öte dünyaya dair değil,
                                          bu dünyaya dair kaygılarıyla...

Bir şiir yazdım,
garip bir şiir,
«Türk Köylüsü» diye.
Bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak?
Her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim.

 
                                                          Kardeşin
                                                      Nurettin Eşfak
 
 
TÜRK KÖYLÜSÜ

Topraktan öğrenip
                      kitapsız bilendir.
Hoca Nasreddin gibi ağlayan
                       Bayburtlu Zihni gibi gülendir.
Ferhad'dır
               Kerem'dir
                               ve Keloğlan'dır.
Yol görünür onun garip serine,
analar, babalar umudu keser,
kahbe felek ona eder oyunu.
Çarşambayı sel alır,
bir yâr sever
                   el alır,
kanadı kırılır
                   çöllerde kalır,
ölmeden mezara koyarlar onu.
O, «Yûnusû biçâredir
       Baştan ayağa yâredir»,
ağu içer su yerine.
Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine
ve bir kerre vakterişip
                                «-Gayrık yeter!...»
                                                    demesinler.
Bunu bir dediler mi,
«İsrâfil sûrunu urur,
           mahlûkat yerinden durur»,
toprağın nabzı başlar
                          onun nabızlarında atmağa.
Ne kendi nefsini korur,
                          ne düşmanı kayırır,
«Dağları yırtıp ayırır,
  kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...»

5. BAP
1920'NİN 16 MARTI ve
MANASTIRLI HAMDİ EFENDİ ve
REŞADİYELİ VELİ OĞLU MEMET'İN HİKÂYESİ

«Bu hamiyetli ve cesur, Manastırlı Hamdi Efendi olmasaydı, İstanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. İstanbul'da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. Demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. Bir ucu Ankara'da bulunan telin İstanbul'da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?»


 (Nutuk, s. 295, Devlet Basımevi, İstanbul 1938)
 

920'nin 16 Martı.
Öğleden evvel
saat onda
makina başında şöyle bir telgraf aldı Ankara'daki :

    «Der-aliye 16/3/1920.
      İngilizler bastı bu sabah
              Şehzadebaşı'ndaki Muzika karakolunu.
      Müsademe edildi.
      İşgal altına alıyorlar İstanbul'u şimdi.
      Berâyi malûmat arzolunur.
                                            Manastırlı Hamdi.»

920'nin 16 Martı.
Harbiye Nezareti telgrafhanesi buldu Ankara'yı :
    «Etrafta dolaşıyor İngiliz askerleri.
      Şimdi işte
      İngiliz askerleri giriyorlar nezarete.
      İşte giriyorlar içeri.
      Nizamiye kapısına.
      Teli kes.
      İngilizler burdadır.»

920'nin 16 Martı.
Manastırlı Hamdi Efendi
               buldu Ankara'dakini tekrar :

    «Paşa hazretleri,
      Harbiye telgrafhanesini de işgal etti İngiliz bahriye askeri
      Tophane'yi de işgal ediyorlar bir taraftan,
      bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor.
      Vaziyet vehamet kesbediyor efendim.
      Paşa hazretleri,
      Emri devletlerine muntazırım.

                                                16 Mart 1920
                                                    Hamdi»
 

920'nin 16 Martı.
Durumu bir daha tekrar etti Hamdi Efendi :

    «Sabah bizim asker uykuda iken
      İngiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken
      askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor.
      Neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup
      İngilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp
      Beyoğlu ve Tophane'yi işgal edip.
      İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok.
      İşte Beyoğlu telgraf memurları geldiler.
      Kovmuşlar.
      Burası da işgal olunacaktır bir saata kadar.
      Şimdi haber aldım efendim.»

920'nin 16 Martı
uykuda kesti kâfir üçümüzü,
kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
İngiliz'in hepsi değil domuzu
Sabaha karşı aldı canımızı.

920'nin 16 Martı
basıldı Vezneciler'de karargâh.
Uyan be tosunum uyan.
Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
üçümüz : Abdullah çavuş, Şarkışla'dan Osman,
                                bir de Zileli Abdülkadir.

920'nin 16 Martı
Bozdoğan Kemeri'nde
kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı,
Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.

920'nin 16 Martı
uykuda kesti kâfir üçümüzü.
Soktu Osman'ın karnına kasaturayı,
bastı göğsüne kâfirin dizi.
Dört çocuk babasıydı Abdullah çavuş.
Doymadı dünyasına Abdülkadir.
Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kurşuna dizdi ikimizi.

920'nin 16 Mart sabahı,
karakolun karşısında
          bırakmadım elimden silâhı,
          yere serdim iki İngiliz'i.
Senin ırzını kurtardım İstanbul'um,
Sana can feda çakır gözlü gülüm.

Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kurşuna dizdi ikimizi.
Şimdi üçümüz :
Abdullah ve Osman ve Abdülkadir,
taşları yan yana yatar Eyüp'te.
Arama, bulamazsın ikimizin kabrini,
belki maşrıkta, belki mağripte,
biz de bilemeyiz yerini.
 

Uykuda kestiler üçümüzü,
kurşuna dizdiler ikimizi,
Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı,
Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.
Bir de altıncımız var,
kara kaytan bıyıklı bir şehit,
son mekânı şöyle dursun,
              adını da bilen yok...

6. BAP
MUHAREBELER ve
DÜŞMAN ELİNDE KALANLAR ve
KARTALLI KÂZIM'IN HİKÂYESİ

İnönü meydanı, yavrum,
rüzgâr,
soğuklar insanı arı gibi haşlıyor.
Zemheriler bitti diyelim,
              hamsin ya başladı, ya başlıyor.
Muharebe beş gün beş gece sürdü.
Kan gövdeyi götürdü.
Ve nihayetinde
düşmanlar karın üstünde
                    top arabaları, sandıklar dolusu konyak,
                                         altı kamyon bıraktılar.
Sonra, kaçarlarken, yavrum,
                               köyleri, köprüleri yaktılar...

Bu, Birinci İnönü,
sonra ikincisi :
23 Mart 1921 günü
düşmanın Bursa ve Uşak grupları üstümüze yürüyor.
Onlarda, topçu ve piyade
                     bizden üç kere fazla,
bizim atlımız çok.
Atların makanizması,
                        hartucu,
                                namlusu yoktur
ve kılıç
          çıplak, ucuz bir demirdir.
26 Mart :
Akşam.
Sağ cenah ilerimize yanaştılar.
27 Mart :
Bütün cephelerde temas.
28, 29, 30 :
Kavgaya devam.
Ve Martın 31'inci gecesinde,
                 (ayışığı var mıydı bilmiyorum)
İnönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu.
Ve ertesi gün
                    1 Nisan :
                          Metristepe aydınlanıyor.
Saat altı otuz.
Bozöyük yanıyor.
Düşman muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir.

Sonra, 8 Nisandan 11 Nisana kadar :
Dumlupınar.

Sonra, Haziran.
Bir yaz gecesi.
Dünyada yalnız pırıltılar
                        ve böceklerin sesi.
Sakarya'yı üç yerinden sallarla geçiyoruz.
Basarak aldık
                    Adapazarı'nı.
Ve dolaşıp Sapanca Gölü'nün sazlıklarını
            yanaştık İzmit'in doğusunda çuha fabrikasına.
Düşman,
kısmen gemilere binerek
                                    denizden
ve kısmen
               Karamürsel üzerinden
                                     Bursa'ya çekilip
               boşalttı İzmit şehrini gece yarısı.

Sonra 23 Ağustos :
Sakarya melhamei kübrâsı ki
devamı 13 Eylül gününe kadardır.
Bizim kırk bin piyademiz,
                          dört bin beş yüz atlımız,
düşmanın seksen sekiz bin piyadesi,
                                        üç yüz topu vardır.
Harp meydanının kuzey yanı
                              Sakarya
                                         ve dağlardır :
keskin
        ve dik yamaçlarıyla
ve kireçli toprakları
       ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak
haşin
        ve münzevi çam ağaçlarıyla
                                               Abdülselâm-dağı,
                                                              Gökler-dağı,
                                                                                dağlar.

Ve Sakarya'dan bu havalide
yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir.
Ankara suyunun döküldüğü yerden
                     Eskişehir kuzeybatısına kadar
Sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir.
Güneyde
        ve güneydoğuda
        yapraksız ve hazin
                       geniş ve uzun
ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan
                                                ölmek arzusu veren
                                                          Cihanbeyli ovası :
                                                                                 çöl...
Bu çölün,
            bu dağların,
                      bu nehrin ve bizim önümüzde
yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp
düşman ordusu ric'ata mecbur kaldı.

Buna rağmen :
Sene 1922
         ve 15 vilâyet ve sancak
                     ve 9 büyük şehir
                     düşman elindedir.
İnanılmaz şeyler düşmandadır ki
                              bunların arasında :
7 göl, 11 nehir
ve köklerinde baltamızın yarası
        ve yangınlarıyla bizim olan
                      yüz kere yüz bin dönüm orman,
bir tersane, iki silâh fabrikası,
ve 19 körfez ve liman ki
       belki birçoğunun
            rıhtımı,
                    mendireği,
                              kırmızı, yeşil fenerleri yoktur
ve belki sularında
           ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı,
fakat onlar
        tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler.
Sonra, 3 deniz,
           6 kol tren hattı,
sonra, göz alabildiğine yol :
sılaya gittiğimiz,
gurbette göründüğümüz
ve neden
          ve niçin olduğunu sormadan
çöle, Çanakkale'ye,
                  ölüme gittiğimiz yol
ve sonra toprak
ve o toprağın insanları :
Uşak tezgâhlarının halı dokuyanları,
klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur
                            Manisa'lı saraçlar,
yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar
ve kurnaz
           ve cesur
                 ve ağırbaşlı ve çapkın
                               ve kütleleriyle delikanlı
                                      İstanbul ve İzmir işçileri
ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân,
kıl çadırlı yürükleri Aydın'ın,
ve sonra, ırgat,
                    ortakçı,
                              maraba,
davarlı ve davarsız,
yarım meşin çizmeli
              ve ham çarıklı köylüler.
15 vilâyet ve sancak
        ve 9 büyük şehir
            düşman elindedir.

Mehtaplı bir gece,
gümüş bir kutunun içindesin :
          ortalık öyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız.
Ya çok seslidir
         ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten.

Yatıyor filintasının arkasında Kartallı Kâzım.
Kız gibi Osmanlı filintası.
Parlıyor arpacık
                     namlının ucunda :
yüz yıllık yoldaymış gibi uzak
                                   ve bir damlacık.

Kâzım emir aldı merkezden :
Gebze'deki İngiliz'in tercümanı vurulacak.
Köylerde teşkilât kurmuş tercüman Mansur :
                                       satıyor bizimkileri.

Kâzım iyi hesaplamış herifin geçeceği yeri.
İşte sökün etti Mansur karşıdan :
                      beygirin üzerinde.
Beygir yüksek,
                İngiliz kadanası.
Kendi halinde yürüyor hayvan
                         ortasında demiryolunun
                                       sallana sallana,
                                                  ağır ağır.
Tercüman herhalde bırakmış dizginleri,
                            başı sallanıyor,
                                   belki de uyuyor üzerinde beygirin.

Yaklaştıkça büyüyor herif.
Zaten mehtapta heybetli görünür insan.

Arada kaldı kalmadı dört yüz adım,
namlıyı kaldırdı birazcık Kâzım,
nişan aldı sallanan başına Mansur'un.
Soldaki yamaçtan bir taş parçası düştü.
Bir kuş uçtu sağdaki ağaçtan,
             -ağaç çınar-.
Kuş ürkmüş olacak.
Çevrildi Kâzım'ın başı kuşun uçtuğu yana,
                        mehtapla yüz yüze geldiler.
                        Mehtap koskocaman,
                                                  desdeğirmi,
                                                             bembeyaz.
                        Ve Kâzım'ın gözünü aldı âdeta.
Zaten bu yüzden,
tekrar göz, gez, arpacık
                       ve filintayı ateşlediği zaman
ilk kurşun Mansur'un başını delecek yerde
                                        galiba omuzuna girdi.
Herif  «Hınk» dedi bir,
beygirin başını çevirdi
                        dörtnal kaçıyor.
Yetiştirdi ikinci kurşunu Kâzım.
Beygirin üstünde sola yıkıldı Mansur.
Üçüncü kurşun.
Tercüman düştü beygirden.
Fakat bir ayağı üzengiye takılı kalmış,
               sürüklendi kaçan hayvanın peşinde biraz,
sonra kurtuldu ki ayağı
               yıkılıp kaldı olduğu yerde.
Yamaca sardı beygir.
Kalktı Kâzım,
              yürüdü Mansur'a doğru,
üzerinden kâatları alacak.
Arada dört telgraf direği yalnız,
                       ellişerden iki yüz metre eder.
Mansur doğruldu ansızın,
                                  kaçıyor bayır aşağı.
Filintayı omuzladı Kâzım.
Dördüncü kurşun.
Yıkıldı herif.
Koştu Kâzım.
Doğruldu yine Mansur.
Yürüyor sarhoş gibi sallanarak,
                    kaçmıyor artık,
                                   yürüyor.
Kâzım da bıraktı koşmayı.
Deniz kıyısına indiler.
Orda boş bir fabrika var,
bir de beyaz bir ev,
tahta iskelesi iner denizin içine kadar.
Mansur suya giriyor,
kâatlar ıslanacak.
Beşinci kurşunu yaktı Kâzım.
Suya düşüp kaldı önde giden
ve Kâzım tazelerken şarjörü
bir ışık yandı beyaz evde,
                              bir pencere açıldı.
Galiba bir kadın baktı dışarıya..
Boğazlanıyormuş gibi bağırdı Mansur.
Pencere kapandı,
ışık söndü.
Tercüman attı kendini tahta iskeleye.
Art ayakları kırılmış bir hayvan gibi sürünüp tırmanıyor.
Hay anasını,
ay da denize düşmüş
toplanıp dağılıyor,
                     dağılıp toplanıyor.
Velhasıl,
lâfı uzatmıyalım,
Mansur'un işini bıçakla bitirdi Kâzım.
Kâatlar kan içindeydi.
Fakat kan kapatmıyor yazıyı...

Namussuzun biriydi Mansur,
                           muhakkak.
Düşmana satılmıştı,
                          orası öyle.
Kaç kişinin başını yedi,
                               malûm.
Ama ne de olsa
mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu.
Demek istediğim,
böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp
ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit
                                                 üzüntü çekmemek için,
                    ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
                 yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,
Kâzım'ınki taştan değildi çok şükür,
                                fakat namuslu.
Ne malûm? dersen :
Dövüştü pir aşkına,
yaralandı birkaç kere
ve saire.
Ve kavga bittiği zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
Kavgadan önce Kartal'da bahçıvandı,
                    kavgadan sonra Kartal'da bahçıvan...

7. BAP
1922 AĞUSTOS AYI ve
KADINLARIMIZ ve
6 AĞUSTOS EMRİ ve
BİR ÂLETLE BİR İNSANIN HİKÂYESİ

Ayın altında kağnılar gidiyordu.
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.
Toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
                 hiçbir menzile erişmiyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
Ve onlar
             ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
                                          ufacık, kısacıktılar,
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
                       toprak,
                             toprak
                                   ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız :
korkunç ve mübarek elleri,
              ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
                                        anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
                 öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
                                           kadınlar,
                                                 bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
                             ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
               yürüyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.

«6 Ağustos emri» verilmiştir.
Birinci ve İkinci ordular, kıt'aları, kağnıları, süvari alaylarıyla
yer değiştiriyordu, yer değiştirecek.
98956 tüfek,
                325 top,
                        5 tayyare,
2800 küsur mitralyöz,
2500 küsur kılıç
ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği
ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz
                        kımıldanıyordu gecenin içinde.
Gecenin içinde toprak.
Gecenin içinde rüzgâr.
Hatıralara bağlı, hatıraların dışında,
                             gecenin içinde :
       insanlar, âletler ve hayvanlar,
demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
korkunç
            ve sessiz emniyetlerini
                               birbirlerine sokulmakta bulup,
kocaman, yorgun ayakları,
                               topraklı elleriyle yürüyorlardı.
Ve onların arasında
Birinci Ordu İkinci Nakliye Taburu'ndan
                                          İstanbullu şoför Ahmet
                                                 ve onun kamyoneti vardı.
Bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet :
İhtiyar,
          cesur,
                   inatçı ve şirret.
Kırılıp dağlarda kalan sol arka makası yerine
şasinin altına, dingilin üzerine
budaklı bir gürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen
ve kalb ağrılarıyla
ve on kilometrede bir
karanlığa yaslanıp durduğu halde
ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken
şahsının vekarlı kudretini resmen biliyordu :
«6 Ağustos emri»nde ondan ve arkadaşlarından
«... ihzar ve teşkil edilmiş bulunan
ve cem'an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan
100 kadar serî otomobil...» diye bahsediliyordu.
İhzar ve teşkil olunanlar,
                        bu meyanda Ahmet'in kamyoneti,
insanların, âletlerin ve kağnıların yanından geçip
Afyon - Ahırdağları ve imtidadına doğru iniyorlardı.

Ahmet'in kafasında uzak bir şehir ve bir şarkı vardı.
Bu şarkı nihaventtir
ve beyaz tenteli sandalları,
                           siyah mavnaları,
                                güneşli karpuz kabuklarıyla
                                bir deniz kıyısındadır şehir.

Vantilâtörde adedi devir
                     düşüyor gibi.
Arkadaşlar ileri geçtiler.
Ay battı.
Manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret.

Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,
çınar dibinde iki mars bir oyunla yenip Bücür'ü,
kalk,
sıra servilerin önünden yürü,
çeşmeyi geç,
mektep bahçesi, medreseler,
orda, Harbiye Nezareti'nin arka duvarında
siyah çarşaflı bir kadın
çömelip yere
darı serper güvercinlere
ve papelciler
şemsiye üstünde papaz açarlar.

Motor mızıkçılık ediyor,
bizi dağ başlarında bırakacak meret.

Ne diyorduk oğlum Ahmet?
Dökmeciler sağda kalır,
derken, Uzunçarşı'ya saparken,
köşede, sol kolda seyyar kitapçı :
                       «Hikâyei Billûr Köşk»,
                       altı cilt «Tarihi Cevdet»
                       ve «Fenni Tabâhat».
Tabâhat, mutfaktan gelirmiş,
yani yemek pişirmek.
Hani, uskumru dolmasına da bayılırım pek.
Yaldızlı kuyruğundan tutup
bir salkım üzüm gibi yersin.

İlerde bir süvari kolu gidiyor,
                        saptılar sola.

Uzunçarşı'yı dikine inersin.
Sandalyacılar, tavla pulcuları, tesbihçiler.
Ve sen İstanbullu,
sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan
şaşarsın İstanbullulara :
ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin.
Rüstem Paşa Camii.
Urgancılar.
Urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi
ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar
urgan, halat ve dökme tunçtan çıngıraklar satılır.
Zindankapı, Babacafer.
Uzakta Balıkpazarı.
Kuruyemişçiler.
Yemiş iskelesindeyiz :
                     sandalları, mavnaları,
                               güneşli karpuz kabuklarıyla
                                               yüzüne hasret kaldığım deniz.

Sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne?
İnip
baksam...

Yemiş iskelesinden dilenci vapuruna binip
Eyüp'te Niyet Kuyusu'na gittikti.
Elleri yumuk yumuk,
bacakları biraz çarpıktı ama,
yeşil zeytin tanesi gibi gözler.
Kaşları da hilâl gibi çekikti.
Tam Kasımpaşa'ya yaklaştık, beyaz başörtüsü...

Lastik hava kaçırıyor.
Derdine deva bulmazsak eğer...
Dur bakalım Babacafer...

Üç numrolu kamyonet durdu.
Karanlık.
Kriko.
Pompa.
Eller.
Küfreden ve küfrettiğine kızan elleri
lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken
Ahmet hatırladı :
bir gece nüzüllü babaannesini
                                     sedirden sedire taşırken
                                                                 kadıncağız...

İç lastik boydan boya patladı.
Yedek?
Yok.
Dağlarda avaz avaz
               imdat istemek?

Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,
sana tek başına verilmiştir üç numrolu kanyonet.
Hem, hani bir koyun varmış,
                       kendi bacağından asılan bir koyun.
Süleymaniyeli şoför Ahmet
                                    soyun...

Soyundu.
Ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak
                                          ve kırmızı kuşak,
Ahmet'i postallarının üstünde çırılçıplak
                                            bırakarak
                        dış lastiğin içine girdiler,
                                               şişirdiler.

Bu şarkı nihaventtir.
Deniz kıyısında bir şehir...
Beyaz başörtüsü...

Saatta elli yapıyoruz...
Dayan ömrümün törpüsü,
dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför Ahmet'i,
dayan arslan...

Hiçbir zaman
            böyle merhametli bir ümitle sevmedi
                                                        hiçbir insan
                                                             hiçbir âleti...


8. BAP
26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR
İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR ve

İ
ZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E
BAKAN NEFER

Saat 2.30.

Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
                  ne toprak kokusu vardır.
Gündüz güneşin,
                     gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
                        daha yakın,
                                daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
                 evimize, aşkımıza ve kendimize dair
                                       sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
                seyrediyordu Kocatepe'den
                        dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir
ve Hıdırlık-tepesi olmasa
        Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
Küzeydoğuda Güzelim-dağları
ve dağlarda tek
                        tek
                            ateşler yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
                   şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var :
Akarçay belki bir akar su,
                        belki bir ırmak,
                               belki küçücük bir nehirdir.
Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip
                            ve kılçıksız yılan balıklarıyla
                                    Yedişehitler kayasının gölgesine girip
                                                                                   çıkar.
Ve kocaman çiçekleri eflâtun
                                       kırmızı
                                               beyaz
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
                              haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde
                       Altıgözler Köprüsü'nün altından
                                         gündoğuya dönerek
ve Konya tren hattına rastlayıp yolda
Büyükçobanlar Köyü'nü solda
                        ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp
                                                           gider.

Düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük,
                      ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu,
yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel
Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da
                  geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.

Dağlarda tek
                    tek
                         ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
        güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar : «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.

Saat 3.30.

Halimur - Ayvalı hattı üzerinde
                                 manga mevziindedir.

İzmirli Ali Onbaşı
(kendisi tornacıdır)
karanlıkta gözyordamıyla
         sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
              baktı manga efradına birer birer :
Sağda birinci nefer
                         sarışındı.
İkinci esmer.
Üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
             yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
                           tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
Altıncı,
inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
                                       ona «Deli Erzurumlu» derdiler.
Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı.
Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
                        daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci,
              İbrahim,
                           korkmıyacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
                                 birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki :
tavşan korktuğu için kaçmaz
                       kaçtığı için korkar.

Saat 4.

Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.
On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, makanizmalar üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı
mevzideki biricik silâhsız adam :
                                   ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
durdu boyun büküp
                            el kavuşturup
                                                sabah namazına.
İçi rahattır.
Cennet, ebedî bir istirahattır.
Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
                        Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.

Saat 4.45.

Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri
                      kuyruğunu karanlığa vuruyordu :
                                      dizkapaklarında kan,
                                      kantarmasında köpük...
İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü.
Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
                     ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
                           bir başka horoz vardır :
baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar herhal onu çoktan kesip
                                   çorbasını yapmışlardır...

Saat beşe on var.

Kırk dakka sonra şafak
                                 sökecek.
«Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde,
On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti
ve onların genci, uzunu,
Darülmuallimin mezunu
                                  Nurettin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
                                                    konuşuyor :
        -Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var,
        bilmem ki, nasıl anlatsam,
        Âkif, inanmış adam,
        fakat onun, ben,
                 inandıklarının hepsine inanmıyorum.
        Meselâ, bakın :
        «Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.»
        Hayır,
        gelecek günler için
                            gökten âyet inmedi bize.
        Onu biz, kendimiz
                           vaadettik kendimize.
        Bir şarkı istiyorum
                             zaferden sonrasına dair.
        «Kim bilir belki yarın...»

Saat beşe beş var.

Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı :
                      Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın
                                           yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
                                            kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
                               öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtırasını
                      ve yedi buçukluk bataryasını
                                       ağlanacak kadar küçük buluyordu.

Yüzbaşı sordu :
- Saat kaç?
- Beş.
- Yarım saat sonra demek...

98956 tüfek
ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
Birinci ve İkinci ordular
                            baskına hazırdılar.

Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
                                beygirinin yanında duran
                                sarkık, siyah bıyıklı süvari
                                kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nurettin Eşfak
                baktı saatına :
- Beş otuz...
Ve başladı topçu ateşiyle
                 ve fecirle birlikte büyük taarruz...

Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar :
           Karahisar güneyinde 50
                              ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
                                                    Aslıhanlar civarında
                                                             30 Ağustosa kadar.

Sonra.
Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasında General Trikopis :
Alaturka sopa yemiş bir temiz
ve sırmaları kopuk frenk uşağı...

Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.
Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,»
Nurettin dedi ki : «Seni biz değil,
                            buraya gönderenler öldürdü seni...»

Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü
                    ordularımız İzmir'e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
                          Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı,
baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar :
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
                            her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra...
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
                       yüzlerini toprağa döndüler...

Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
                      ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
                      yaratıyordu da.
Ve kılıçların,
                  nalların,
                             ellerin
                                      ve gözlerin pırıltısı
                ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu :
        «Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
          Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
                                      bu memleket bizim.

          Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
          ve ipek bir halıya benziyen toprak,
                                      bu cehennem, bu cennet bizim.

          Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
          yok edin insanın insana kulluğunu,
                                      bu dâvet bizim...

          Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
          ve bir orman gibi kardeşçesine,
          bu hasret bizim...»>

Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.

Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
                                    suda balık,
                                                    havada kuş kadar
                                                                  çokturlar;
korkak,
            cesur,
                     câhil,
                             hakîm
                                      ve çocukturlar
ve kahreden
                 yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır... 

Nâzım HİKMET

1939 İstanbul Tevkifanesi
1940 Çankırı Hapisanesi
1941 Bursa Hapisanesi










Yorumlar

  1. Tarık Hocam, Bugüne kadar gördüğüm en güzel 30 Ağustos kutlaması
    Tebrik ederim.
    Bende sizin Zafer bayramınızı kutlarım.
    Hasan Akar (Muğla dan Selamlar)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür Ederim. Hasan Bey, Beğenmenize sevindim. Adana’nın Sıcağından Selamlar

      Sil
  2. Tarık Bey, Resminden yazısına kadar çok büyük emek vermişsiniz.
    Emekleriniz ve Kaleminize sağlık
    Sizinde 30 Ağustos Zafer bayramınız kutlarım. ( Ahmet A.)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür Ederim Ahmet Bey.

      Emek vermeden güzel bir şey çıkmıyor
      Nerede emek ve sabır ile yapılan işler varsa eninde sonunda hakkını buluyor

      Tabii Amatör bir derleyicim.
      Bilgim ölçüsünde derleme yapmaya çalışıyorum

      Sil
  3. Cumhuriyet kolay kuruldu zannedenlere Nazım’ın “Kuvayi Milliye Destanı” Önerim. Emeklerinize sağlık Tarık Bey

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bende önerim.

      Tabi bu destandan haberleri bile yoktur.
      Haberi olanda, O zaten komünisttir onun yazısı okunur mu? Derler

      Bizim gibi insanlar okuyup
      Okumayan insanlara anlatacak ki
      Onlarında bu Destandan haberi olsun diye düşünüyorum

      Sil
  4. Güzel paylaşımlar yapıyorsun fakat çok uzun oluyor, okuması zor oluyor. Tarık Bey

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet doğru söylüyorsunuz. Ama
      Bazen kalın bir kitabı 1-2 sayfaya sığdırmaya çalışıyorum

      Benim için en zor olan şey
      Nereleri yazayım? Nereleri keseyim? Ler oluyor
      Bana göre her şey çok değerli
      Sizi dediğiniz gibi uzunda olunca okunmuyor

      Uyarınız içinde Teşekkür Ederim

      Sil
  5. Nazım Hikmet, Ne kadar güzel anlatmış kurtuluş savaşımızı.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bir şaire veya yazara büyük demek ile büyük olmuyor
      İşte böyle insanların ruhuna dokunanlara büyük deniliyor

      Maalesef onun kıymetini bilmedik
      Sürgünde en verimli yıllarını geçirdi

      Nurlar içinde Uyusun

      Sil
    2. Elinize sağlık güzel bir çalışma olmuş Tarık bey.

      Sil
    3. Teşekkür Ederim. 🙏 🌱🌴🥦 🍃🌿🌳🍀🎋

      Sil
  6. Bir Gaziantepli olarak gururla okudum. Karayılan hikayesini.
    Tüm Gaziantepliler bilir onun kahramanlığın ama Nazım daha güzel anlatmış

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Şehit Karayılan’ın Hayatı ve Yaşamından kısa bir kesite ekleyeyim izninizle

      Antep düşman işgaline uğrayınca
      Kuva-yı Milliye safına katıldı.
      Çetesiyle Karabıyıklı’da düşmana ilk darbeyi indirdi.

      Daha sonra Dülük köyüne geldi.
      Şehri kuşatan Fransız çemberini yardı
      Antep’e girdi.

      Karargah olarak önce Bekirbey sonra Karagöz camisini kullandı.

      Şehir içi ve şehir dışı savaşlara katıldı.
      Kendisine, Şıhın Dağı’ndaki (Sarımsak Tepe) Fransızları püskürtme emri verildi.

      24 Mayıs 1920 tarihinde bu çarpışmada şehit düştü.
      Bu olaydan sonra Karayılan ismi
      Antep halkını temsil eden kahramanlardan biri oldu.

      Sil
  7. Atatürk ve Onunla birlikte hareket eden komutanlar nurlar içinde yatsın
    Sağ olun büyük insanlar

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Atatürk, Kuva-yi Milliyeci komutanlarımız ve isimsiz kahramanlarımız sayesinde bugün Cumhuriyet ile idare ediliyoruz. Ruhları Şad olsun

      Sil
  8. Sovyetler birliği yardım etmemiş olsa idi. Kurtuluş savaşını kazanabilir miydik?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet kazanabilirdik
      Ama
      Çok uzun sürerdi
      Çünkü Yunanlının o kadar büyük kara parçasını elinde tutması imkansız idi.
      Asker sayısı yetmez idi.
      Gerilla savaşı ile yıpratırdık

      Fransa, İngiltere ve İtalya 1. Dünya savaşından çıkmışlar
      Savaşta yüz binlerce ölü ve yaralı vermişler

      Halkları psikolojik olarak savaştan bıkmış
      Gelip de Anadolu da savaşacak asker bulamazlardı

      Tabii Anadolu halkı da savaştan bıktı ama
      Evini, barkını ve en önemlisi VATANINI savunacağı için
      Bu bıkkınlık yok olur

      Onun için İngilizler Yunanistan ı kullandı
      Onların başarması imkansız idi asker sayısı yüzünden
      Atatürk ve Kurmay heyeti bunu çok iyi biliyor idi

      Sil
  9. Tarık Hocam, Bu yazıyı ara sıra gönderinde insanlarımız okusun, Bu Cumhuriyet kolay kurulmadığını görsünler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sigaranın zararlı olduğunu bilmediklerinden dolayı mı?
      Sigara içiyorlar
      Sigara içenler bizlerden daha iyi biliyorlar

      Onun için menfaati onu gerektiriyor

      Onlar da biliyor Cumhuriyetin ne kadar zorluklar ile kurulduğunu
      Şuanki konumları gereği
      Bunları kulak arkası yapıyorlar
      Çünkü Menfaati

      Sil
  10. Kuvayi Milliye Destanın, İlk Okullarımızda tüm öğrencilere okutulmalı

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet Okutulmalı
      Ama buna karar verecek olan

      Karar vericiler isterler mi?

      Sil
  11. Okullar açılıyor, Ahlaklı gençlik yetiştirmek için bir sürü önlemler aldılar, şimdi de gençlik bilimden uzaklaştı

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anneler Günü İçin 3 Derleme

Kağıt Bardak ve Makam

Yaşam Trenimiz

Bilge ve Cahil

Sultan Abdülaziz’in Dişi Ağrımamış Olsa idi. Gezi Parkı Davası Olmayacaktı. Niye Aron Angel İlgisi Var ve Belediye Seçimi

Afrika Niye Önemli

Unutulmaz Film Sahneleri ve Müzikleri _ 2

Hayattan, Edebiyattan, Tarihten ve Filozoflar gibi Ünlü Kişilerin Sözler ve Videolar Serisi _ 040

Bazen Önüne Gelecek Çok Büyük Fırsatı, Aslında Fırsat Olmadığını Görebilen Kişi Olmak. Sizi Sony Yapabilir

Film Önerim _ Bitmeyen Sınav (12th Fail) _ Biyografi _ Hindistan _ 2023 _ İmdb 9,1