Sabahattin Ali'den _ Kaz Dağlarından Bir Yörük Öyküsü (Hasan Boğuldu)


Hasan Boğuldu Koşması
(Video)
Uzaklardan sesin aldım;
Çevreni derede buldum;
Nereye gittiğin bildim,
Hasanım arkandan geldim.

Sarı kahküllü, dal boylum;
Saz benizli, ayva tüylüm;
Tatlı sözlü, melek huylum,
Hasanım ardından geldim.

Köyden, obadan koğulan,
Duru sularda boğulan,
Toz köpük olup dağılan
Hasanım ardından geldim.

Sarp dağlara getirdiğim,
Kavuşmadan yitirdiğim,
Ak kefensiz yatırdığım
Hasanım ardından geldim.

Emine'yi yaslı eden,
Kerem olup Aslı eden,
Dağı taşı sesli eden
Hasanım ardından geldim.

Sabahattin Ali (1942)

★★★★★★★★★★★★★★★★★★★




★★★★★★★★★★★★★★★★★★★

Öykünün Kısa Sesli Anlatımı
(Video)


★★★★★★★★★★★★★★★★★★★

Hasan Boğuldu
Filminden Kısa Bir Kesit


★★★★★★★★★★★★★★★★★★★

Kazdağı'nın Adalar Denizi'ne bakan yamaçlarından birindeki bir yörük obasına gidip dört beş gün kalacaktım.

Edremit pazarına çıra ve bal satmaya geldiği zamanlar ahbap olduğum ve devlet kapısında birkaç ufak işine yardım ettiğim uzun boylu, ak sakallı bir yörük beni davet etmiş:


Çadırda yatmayı gözün tutarsa buyur!
Taze bal yersin
kana kana acı su (rakı) içersin! demişti.

Ben ona
Bir daha kasabaya indiği zaman yanına katılıp geleceğimi söylediğim


Sıcak, rüzgarsız bir günün sabahında
Aklıma esiverince, yalnız başıma yola düzülmüştüm.

Yerini aşağı yukarı bildiğim obaya
Uğradığım köylerde sora sora
Öğleye kadar varacağımı umuyordum.

Yüzlerce
Belki binlerce senelik zeytin ağaçlarının arasında uzanan, çukur, iki yanı böğürtlen ve hayıtlarla örülü yolda ağır ağır yürüyordum.


Arkamdan yükselen güneş
Gölgemi araba izlerinin kıvrımları üzerine serip uzaklara kadar götürüyor

Deniz tarafından yüzüme doğru esen hafif, fakat serin bir bahar rüzgarı, kasabadan uzaklaştığımı hatırlatıyordu.
Kırağı yemiş toprak ve taze çimen kokusu etrafı kaplamıştı.
Tarla kuşlarıyla serçeler, ötüşe ötüşe ağaçtan ağaca sıçrıyor, güneşin vurduğu yerlerden dalgalı bir buğu yükseliyordu.

Kazdağı'nın eteklerindeki Zeytinli köyünün
Bahçesi salkım söğütlerle gölgelenmiş havuzlu kahvesinde bir çay içip Yüksekoba'nın yolunu sordum.
Kahveci:


Hiç oraya varmadım ama
Bildiğime göre
Beyobası'nı geçtikten sonra Kızılkeçili Deresi boyunca dağa vuracaksın


Patlakların yanına gelince
Soldaki bayıra tırmanıp yaylada bir kurşun atımı gideceksin! dedi.

Ne Beyobası'ndan, ne de patlaklardan haberim olmadığı için adamcağızın yüzüne garip garip bakmış olmalıyım ki
Güldü ve ilave etti:


Yabancı adamın tek başına gideceği yer değil orası efendi.
Dağlarda, ormanlarda yolunu sapıtıverirsin!

Yok canım, sora sora bulurum!


Kime soracaksın?
Beyobası'nı geçtikten sonra insan göremezsin ki!

Cevap vermedim.
Kahveci fincanı götürdü.

Ben:
Acaba Edremit'e dönsem de bizim koca sakallı İsmail Baba'yı beklesem mi? derken tekrar geldi:

İşin rast gidiyor efendi! dedi.
Yüksekoba'ya giden var, sen de yanına katıl!


Hemen kalktım.
Kahvenin önünde, yüzü güneşten yanmış, ince saç örgüleri sırtına dökülmüş, kanarya sarısı üçetekli giymiş bir yörük karısı vardı. Kahveci:

Hacer kız
Efendi sizin obada
Koca İsmail Baba'ya misafir gidecekmiş, götürüver! dedi.


Kadın yüzüme üstünkörü bir göz attıktan sonra:
Hadi yürü! emrini verdi.

Yüzünü bana çevirdiği sırada
Bu yörük kadını henüz on sekiz yirmi yaşlarında bir kız olduğunu fark edip şaştım.

O daima birkaç adım önde
Ben arkasından yetişmeye çalışarak yola koyulduk.
Kahveci gülümseyerek arkamızdan bakıyordu.

Köyün dışına çıkıp zeytinlikler arasına dalınca Hacer sarı entarisinin eteklerini toplayıp beline soktu


Alçak topuklu, kalın rugan ayakkabılarını çıkarıp heybesine koydu;
Toprak üzerinde çıplak tabanlarının izini bırakarak yürümeye başladı.

Başındaki ince, oyalı yazmanın altında küçük bir bal kutusu gibi kabaran altınlı fesi
Her adımda hafifçe titriyor
Uzun boyu, heybenin ağırlığı ile azıcık öne eğiliyordu.


Hiçbir şey konuşmadan bir saat kadar yürüdük.
Birkaç meyve ağacının arasına serpilmiş beş on evden ibaret Beyobası'nı

Biraz sonra da
Ulu bir çınarın gölgesinde yıkılıp dağılmaya bırakılmış boş bir su değirmenini geçtik.


Artık zeytinler bitmiş
Çam ormanları başlamıştı.
Gün ışığı vurmayan, gölgeli, loş bir boğaza iniyorduk.

Karşımızda alabildiğine dik bir dağ yükseliyor
Onun henüz gözümüzden saklı bulunan eteklerinden doğru
Coşkun akan bir derenin uğultusu geliyordu.


Hacer kız bir aralık başını çevirdi:
Dere boyundan gideceğiz.
Suyu fazladır, bastığın yere mukayyet ol! dedi.

Kayalar arasındaki dik ve dar bir patikadan inince Kızılkeçili Deresi'yle karşılaştık.


İki sırtın birleştiği dar boğazda kayadan kayaya atlayarak köpüren sular, kulakları dolduran büyük bir gürültü çıkarıyorlardı.

Suyun kenarındaki dar yolda, çok kere taştan taşa atlayarak, yürümeye başladık.


Kah derenin kıyısına kadar iniyor, kah tekrar sırta tırmanarak beyaz köpüklü çağlayanlara yüksekten bakıyorduk.

Boğaz gittikçe darlaşıyor
İki yanda dimdik yükselen kayaların yarıkları arasından fırlayan kocaman çam ağaçları
Yan yatmış bir halde, boşluğa uzanıyordu.


Suların yalayıp parlattığı taşlarda çıplak ayaklarıyla seken Hacer'e yetişmek için güçlük çekiyordum.

Dağdan yuvarlanıp derenin yolunu kapayan ev büyüklüğünde kayalar, yahut bir kayanın beri tarafındaki yumuşak toprağı oyan sular, dere boyunca yer yer büyük ve derin havuzlar meydana getirmişlerdi. 

Bir kararda durmayan aynalarına etraflarındaki iri çam veya çınar ağaçlarının gölgesi vuran ve suları içlerine çok kere birkaç adam boyu yüksekliğinde bir kayadan köpük köpük dökülen bu havuzlara her rastlayışımızda önümdeki kız başını çevirmeden:

Buna Deli Büvet derler!


Yahut:
Buna Kunduzlu Büvet derler! diye izahat veriyordu.

Boğazın biraz genişlediği bir yere yaklaştığımız zaman, kulaklarımı müthiş bir gürültü doldurmaya başladı. Hacer:
Sutüven'e geldik! dedi.


İki iki buçuk metre çapında bir borudan fırlıyormuş gibi bol ve coşkun akan sular


Bembeyaz bir kayaya varınca birdenbire boşlukla karşılaşıyorlar
Bir an, bir küçük an sanki duralıyorlar
Sonra, geldiklerinden daha müthiş bir hızla derin bir çukura, sade köpük halinde dökülüyorlardı.

Orada bir müddet kaynaşıyorlar ve çalkalana çalkalana sağa kıvrılıp, beyaz taşlar üzerinde sekerek
Yollarına devam ediyorlardı.


Kenara kadar sokulup aşağıya bakınca insanın yüzünü serin bir buğu sarıyor
Ardı arası kesilmeyen bir gök gürültüsü
İki yanda yükselen kayalık dağlarda uğultulu akisler bırakıyordu.

Bu çağlayandan bahseden bir şiirin ilk satırları hep dudaklarımda idi:


Bir kayadan duman duman
On yedi metre atlayan
Dağ kokusiyle yüklü su...


Akması tel tel ince saç
Düştüğü yerde üç kulaç
Mavi su, ak köpüklü su!..
 
(Mustafa Seyit Sutüven'in şiiri)

Bir kenarda çömelip gözlerini
Bir bana, bir Sutüven'e çeviren kız, heybesini tekrar sırtladı.

Dere boyunca, iki dağın gittikçe sıkışan yamaçları arasında, yeniden çıkmaya başladık.


Menbaa yaklaştıkça dere artık akmıyor, çağlayanlar şeridi halinde, bir kayadan bir kayaya sıçrıyordu.


Suyu aralarına alan kayalar bir yerde daralıp birbirlerine iki adım kadar yaklaşmışlardı

Olanca hızlarıyla gelip bu cendereye giren sular, beş altı metre uzunluğundaki dar boğazdan görülmedik bir hırs ve süratle, ve simsiyah bir renk alarak geçiyorlar


Kurtulduktan sonra da, kumlu ve çakıllı yataklarına serilip, beyaz kabarcıklı kahkahalar atarak fıkırdıyorlardı.

Yolun adamakıllı çetinleştiği
İki taraftaki taşlara, çalılara, çam fidanlarına tutunmadan yürümenin güçleştiği bir yerde önümüze koskocaman bir büvet çıktı.


Bir başından bir başı on beş adım vardı.
Üç adam boyu kadar derin olan suyu yüksekçe bir kayadan dökülüyordu.

Gövdesini dört kişinin zor kucaklayacağı bir çınar havuza doğru eğilmiş, kalınlı inceli dallarını suyun üstüne uzatmıştı.


Şimdi boğazın alt başı hizasına gelen güneş
İri yapraklar arasından geçerek büvetin dibindeki süt gibi beyaz çakılları, iri kumları ışıldatıyordu.


Döküldükleri kayanın dibinden başlayarak yer yer anaforlar yapıp kenarları dolaşan sular


Havuzun alt başına gelince, birdenbire yollarını bulmuşlar gibi
Geniş bir kayanın üstünden hızla geçerek akıp gidiyorlardı.

Hacer kız burada hiç durmadan yoluna devam etti.
Ben onun ardından yetişmeye uğraşırken


Dönüp dönüp bu görülmemiş güzelliğe bakmaktan kendimi alamıyordum.


Suların gürültüsünü bastırmak için bağırarak sordum:
Bu büvetin adı yok mu?
Hasan boğuldu!

Ne dedin?
Hasanboğuldu!


Kim Hasan?
Zeytinli'den... Bahçıvan Hasan!

Ne zaman boğulmuş?..
Çok olmuş... Kırk elli sene var...


Nasıl boğulmuş?

Kız durdu, geri dönüp, şimdi bulunduğumuz yüksek yerden aşağıya, güneşin ışığıyla balık karnı gibi parlayan sulara ve bunların üstünü yer yer örten çınara baktı:


Yaylaya varalım da, azıcık oturur dinleniriz
Ozaman anlatırım! dedi.

Tekrar yola koyulduk
Bir hayli daha çıktık.


Dönüp boğazın geldiğimiz taraflarına baktığım zaman, ovayı epeyce aşağılarda, adamakıllı küçülmüş olarak görüyordum.

Zeytin ve kavak ağaçlarının arasında kırmızı kiremitleri ve beyaz minareleri görünen köyler birer oyuncak gibiydi.

Hacer:
Patlaklara geldik
Buradan dağa vuracağız! dedi.


İleriye dönüp baktım.
Derenin iki yanında, sudan hemen birkaç karış yukarıda birbirlerinden ancak birer ikişer adım uzaklıkta, yan yana belki yirmi tane pınar vardı.

Kimi irice bir taşın altından, kimi kumlu bir topraktan fırlıyor, binlerce kuşun bir arada çıkardığı sesi andıran bir şırıltı ile dereye karışıyordu.

Koşup yüzükoyun yattım ve bunlardan birinin dayanılmayacak kadar soğuk suyunu dinlene dinlene içtim.

Hacer de çömelmiş
Avucuyla su alarak yüzüne ve şakaklarındaki saçlara sürüyordu.

Vücudumdan terler boşanarak dağa tırmanmaya başladım.
Dere sağımızda ve aşağıda kalmıştı.

Üzeri kuru çam pürleriyle örtülü keçiyolunda kayıp yuvarlanmamak için bazan diz üstü çöküp bir ardıç dalını yakalıyor


Bazan da tutar tutmaz köküyle beraber elimde kalan bir kekiğe yapışıyordum.
Nihayet bayır mülayimleşti

Biraz sonra da önümüz açıldı.
Seyrek çamların arasından ilerideki denizi gördüm.
Birkaç adım daha yürüyüp gölgeli bir yere oturduk.

Hacer kız heybesini karıştırarak:
Yanında yiyeceğin yok herhalde! dedi.
Sokul da ekmek yiyelim!

Ben üç dört saatte obaya varacağımı sandığım için yanıma bir şey almamıştım.


Ne kadar acıktığımı şimdi birdenbire anlıyordum.
O, bu sırada önüme bir tutam yufka koymuş

Yere serdiği kırmızı yazma mendilin üstüne bir topak tulumpeyniri ile birkaç taze soğan bırakmıştı.


Hem yiyor, hem etrafıma bakıyordum.
Bulunduğumuz yer, denizden bin beş yüz metre kadar yüksekte idi.

Akçay iskelesinin önünde duran kayıklar, ağaçların arasındaki seyrek binalar iğne topuzu kadar ufaktı.


Karşıda, Burhaniye'nin arkasında yatan Madra Dağları şekilsiz bir yığından ibaretti.

Güneşin altında göz kamaştırıcı pırıltılarla yanan deniz
Ta uzaklarda açıklı koyulu gölgelere bürünen Midilli Adası'na kadar uzanıyor


Bunun sağ yanından geçerek ufukta, sisler içinde gökle birleşiyordu. Kazdağı'nın körfeze kadar yaklaşan eteklerini sayılamayacak kadar çok

Her biri başka renk ve biçimde
İrili ufaklı dağlar ve tepeler çeviriyordu.


Arkamızda Sarıkız
Bu dağların en yüksek tepesi, ağaçsız başını beyaz bulutlara uzatıyordu.

Yanımdaki kız, ortada kalan yufkalarla peyniri mendile sarıp heybesine yerleştirdi


Ben, hemen kalkmayı asla düşünmediğimi belli etmek ister gibi arkamdaki çama yaslanarak:

Hani şu Hasan'ın nasıl boğulduğunu anlatacaktın! dedim.

Nasıl boğulduğunu gören yok ki...
Yalnız orada boğulduğunu söylüyorlar!
İyi ya, neden boğulmuş?

Obaya varınca kime sorsan diyiverir...
Hadi yolumuza gidelim!


Yok canım! dedim.
Yemek üstüne hemen yola çıkmak iyi değildir.


Sonra obada İsmail Baba'yla konuşacak çok lafımız var...
Sen bildiğin kadarını söyleyiver!

Hacer heybeyi tekrar yanına bırakarak azıcık düşündü.
Bir aralık gözlerini üstümde gezdirerek hikayesini ne dereceye kadar alaka ile dinleyeceğimi

Ne kadar anlayabileceğimi keşfetmek ister gibi beni süzdü.
Genç yüzünde büyük bir ciddilik, iri, siyah gözlerinde dalgın bir hal vardı.


Bu Hasan Zeytinli'de bahçıvanmış... diye başladı.
Anlatırken önüne ve ara sıra ovaya bakıyor
Güzel bir delikanlı eline benzeyen irice elinin şahadetparmağıyla toprağı karıştırıyordu.

Bu Hasan Zeytinli'de bahçıvanmış...
Ufacık bir bahçesi varmış
Yazın bostan, yeşillik eker, kışın el zeytini silkmeye gider, koca anasıyla yaşar dururmuş.


Daha da pek genç imi
Hani bıyığı yeni terlemiş.

Anasından başka kadına göz kaldırıp bakmaz, düğünde, bayramda öbür delikanlılar gibi rakıya, oyuna katılmaz
Kız gibi bir oğlanmış...


Pazarlara gidip bostan ne satınca da parasını getirir, anasına teslim edermiş.

Bizim obadan onu bilenler var da onlar söylüyorlar...
Anam daha şuncağız çocukmuş...


İşte o zamanlar bizim Yüksekoba'dan Emine
Edremit pazarında bu Hasan'ı görmüş...

Anam Emine'yi bilirdİ
Sekiz yük balları varmış
Babası ağaç devirip kereste yapar, anasıyla Emine de arılara bakarmış.


Dağ gibi bir kızmış.
Danaları, inekleri, boynuzundan tutunca şu yana savuruverirmiş.

Bu geldiğimiz yolu iki saatte iner, üç saatte çıkarmış.


Çocuklarla da pek oynar, obanın kızlarını ardına takınca ormanda koşturup terletir

Sonra da hepsini bicik bicik yanaklarından öpermiş...
İşte bu Emine, Edremit pazarında Hasan'dan bostan almış


Hani dağlık yerde pek kavun karpuz olmaz da onun için...
Hasan bostanları Emine'nin heybesine doldururken:

'Yörük kızı!' demiş, 'Yükün ağır oldu.
Kazdağı'nın yolu çetindir, nasıl çıkacaksın?'


Emine onun yüzüne gülüvermiş de:

'Ne sandın düz ovalı!' demiş,
'Biz dağlıyız, sizin boş çıkamadığınız bayıra biz kırk okka yükle çıkarız!..'


Hasan önüne bakmış,
Emine yoluna gitmiş
Ama ertesi pazar yine onun sergisine varmış

'Bostanların iyi çıktı, sarı oğlan, al sana bal getirdim!' demiş; omuzundan bal teknesini indirip bir gömeç almış
Hasan'a vermiş. Hasan'ın yüzü yine al al olmuş:


'Ne zahmet ettin, yörük kızı!' demiş
Ama Emine cevap vermeden gülüp yürümüş.

İkindi vakti Hasan eşeğini önüne katıp köye dönerken
Kadıköy Mezarlığı'nın önüne varınca


Bakmış Emine heybesi sırtında ileriden gidiyor.
Önce dili tutulmuş

Hiç tınmadan ardından yürümüş
Sonra bir yüreklenmiş, eşeğini sürüp Emine'nin yanına varmış:

'Uğurlar olsun, yörük kızı!
Sen hangi obadansın?' diye sormuş.

Emine, Hasan'ı görünce:
'Sana da uğurlar olsun, sarı oğlan!
Ben Yüksekobalı'yım sen nerelisin?' demiş.


'Ben Zeytinli'denim...
Köye kadar yolumuz bir...
Heybeni eşeğin üstüne at da rahat git!..'

'Olmaz! Ovada heybeyi eşeğe taşıtırsam
Koca dağa bu yük ile nasıl çıkarım?'


Zeytinli'ye gelene kadar yan yana yürümüşler
Az konuşmuşlar, çok bakışmışlar

Ama ikisinin de gönlü birbirini sevmiş.
Ondan sonra her pazardan beraber dönmüşler...


Emine arada bir Hasan'ın
Zeytinli'nin alt başındaki bahçesine uğrayıp ona süt, peynir, bal götürmüş

Hasan, Emine'ye dut silkivermiş, kiraz, vişne toplamış.
Bahçenin ortasındaki ayvanın dibinde yan yana çömelip konuşurlarken görenler çok olmuş.


Ama Hasan'ın anası bakmış ki bu iş böyle sürüp gidesi değil...
Oğlunu önüne oturtup:

'Oğlum, Hasan!' demiş.
'Baban öleli beri evin erkeği sensin...
Ben bugün varsam yarın yoğum...


Evine bir kadın lazım.
Sana bizim köyden bir kız almak isterdim ama, yine sen bilirsin...

Eğer gönlün bu yörük kızını pek sevdiyse bu ihtiyar halimde obasına gidip isteyeyim...


Güz yaklaştı; zeytinden sonra düğününüzü yaparız...'

Hasan da hep bunu düşünürmüş ama
Bir türlü içini dökemezmiş.


Bakmış artık beklemenin yolu yok
Emine obadan indiği bir gün onu bahçede yanına oturtmuş:

'Emine' demiş,
'Bahar geçti, yaz geçti
Leylekler yerine göçtü!
Kış gelip dağları yolları kar örtmeden
Ya sen bana gel, ya ben sana geleyim!'


Emine'nin yüzü sapsarı olmuş:

'Ah, Hasan!' demiş
'Kışın derdi senden evvel benim içime çöktü,
Ayrılık günleri geldi çattı.


Ne ben senin köyünde edebilirim
Ne sen benim obamda...

Bu yaz büyük günah işledik...
Artık sen beni unut, ben de seni unutayım...'


Bunu duyunca Hasan'ın aklı başından çıkmış
Emine'nin eline sarılmış:

'Aman yörük kızı, aman biricik Eminem!' demiş
'Senin tatlı dilini duyan, güler yüzünü gören bir daha seni nasıl
unutur?

Böyle deme, burda kal.
Sen bahçeye bakarsın, ben zeytine giderim, kimseye muhtaç olmayız...'

Emine acı acı gülmüş de demiş ki:


'İnsan nereye giderse rızkı da beraber gidermiş
Bunu düşündüğüm yok.
Ama ben dağlıyım

Bu çukur ovalarda kalamam.
Köyünüzün eli kınalı kızlarına katışamam
Senin içine dert olur...

Kızılbaş kızı geldi de Hasan'ı elimizden aldı derler
Benim içime dert olur...

Yörük kızı dağdan köye, çadırdan eve inmemeli...
Ben seni görmemeliydim...
Gördüm, sözüne uymamalıydım...

Ama neyleyim
Senin de tatlı sözünle güler yüzün etti bunları...

Hadi benim Sarı Hasanım
Tut ki birbirimizi düşte görmüş de uyanmışız...
Bırak beni dağıma gideyim!'

Yanından kalkıp kuş gibi uçmuş.
Hasan arkasından bakmış kalmış...

Hacer toprakla oynayan parmağını eteğine silerek, önce bana, sonra ileriye, boşluğa baktı.


Ben gözlerimi onun yandan görünen yüzüne dikmiştim.
Bakışının hala tesiri altındaydım.

İnsan ruhlarının ince ve derin kıvrıntılarını bütün karmakarışıklığı ile anlayan ve şaşılacak bir kolaylıkla anlatan bu genç yörük kızı sanki birdenbire büyüyüvermişti.


Gözlerini çevirmiş
Aşağıya, yeni yeşeren ağaçları, taze ekinleri, koyu yapraklı zeytinleri, yer yer görünüp tekrar kaybolan dereleri ile pırıl pırıl yanan ovaya bakıyordu.

Dağınık siyah kaşların altında düşünceli duran gözleri, sımsıkı kapalı ince dudakları, tozlu ve hala biraz terli yanakları çam dalları arasından sızan güneşte parlıyor


Çocuk çizgilerini henüz kaybetmemiş olan yüzü garip bir olgunluk ifadesi alıyordu.

Aşağılarda kalan derenin uğultusu rüzgarın esişine göre azalıp çoğalarak bize kadar geliyor, çamların mırıltısına karışıyordu. 

Baygın bir kekik ve çam kokusu ortalığı doldurmuştu. 
Hacer kız elini yanına uzatarak yerden kuru bir kozalak aldı; parmaklarıyla onun dişlerini büküp kırmaya başladı. 

Sonra başını bana çevirdi, elinde ufaladığı kozalağın çıtırtılarına karışan hafif bir sesle yeniden anlatmaya başladı

O günden sonra Hasan'ın yüzü gülmemiş, rengi yerine gelmemiş. Gönlünü bir yerde eğlemez, ağzını açıp dünya kelamı eylemez olmuş.

Pazarlara ayva, nar satmaya gider, ne alıp ne verdiğini bilmeden geri dönermiş. En sonunda bir gün dayanamamış

Edremit pazarı günü, akşam vakti Zeytinli'nin üst başında, Yüksekoba'ya giden yolun kıyısında oturup Emine'yi beklemiş. 

O gün kızın pazara indiğini kestirirmiş. 
Az sonra Emine yolun alt başında görünmüş. 
Onun da yüzü sarı, hali perişanmış. 

Hasan'ı görünce yüreği yanmış ama, hiç tınmadan oradan geçip gidecek olmuş. Hasan yolunu kesmiş:


'Emine!' demiş

Bu dünyada gönlüne karşı gelen babayiğit çıkmamış. 
Ocağına düştüm! 

Deli gönlün bizim çukur köyümüze sığmazsa al beni obana götür! Ananı ana, babanı baba bileyim
İneğini sağıp davarını güdeyim

Babanla tahta biçip keresteyi dağdan sırtımda indireyim.
Tek beni buralarda garip koyup gitme!..

Emine durmuş
Hasan'ın yanına çökmüş
Gözlerini koluna silmiş:

'Hasan' demiş

Yüreğimi deldin! 
Ne çare ki dediğin olacak iş değil. 
Ovada büyüyen dağda yapamaz... 

Dağın suları serindir ama
Yolları sarptır
Kışı çetindir... 

Kar altında odun kesmek
Bahçeye bostan ekmeye benzemez. 

Benim erim diye götürdüğüm adamı obamızın yiğitleri kınamamalı!..

Ben seni bildim
Artık gözüme hiçbir yiğit görünmüyor

Ama anamın, babamın, akranımın yanında seni küçük düşüremem. Sal beni gideyim!..'

Hasan ayak diremiş: 

Her işi yaparım
Obanızın yiğitlerini kardeş bilip işlerine koşarım
Eğer of dersem kov beni köyüme gönder!' demiş.

Emine'nin aklı yatmamış ama
Yüreği yumuşamış:
'Haftaya burada bekle de cevabımı al!' demiş.

Hafta sekiz gün, Hasan anasının boynuna sarılmış
Hak alıp hak vermiş
Gelmiş yolun başına, Emine'yi beklemiş...


Çok geçmeden yörük kızı görünmüş...
Sırtında koca bir çuval varmış,
İçi pamuk doluymuş gibi onu beli bükülmeden taşırmış.

Hasan'ın yanına gelince:
'Hasan!' demiş
Anamla, babamla danıştım
Onlar da emmilerimle danıştılar.


Ovalıya varanın
Ovalıdan kız alanın onduğunu gören yok.

Deli kız, deli kız! dediler.
Yüksekoba'da gönlünü verecek yiğit mi bulamadın?


Ben de:
Herkesin yiğidi kendi gönlüne göreymiş! dedim.

Peki öyleyse dediler
Bir sına bakalım
Senin yiğidin Kazdağı'ndaki 
Yörük Emine'ye er olacak adam mı?

Konuşup kavil ettik (sözbirliği ettik)
Zeytinli'den kırk has okka tuz aldım

Bunu sırtına vurup bir yerde durup dinlenmeden benimle Yüksekoba'ya çıkabilirsen haftaya düğünümüz olacak.


Kırk okka yükle dört saatlik dağa çıkan adama eğri bakacak babayiğit bizim obamızda yoktur.
Çıkamazsan, kaderimiz böyleymiş!

Hasan bir söz söylemeden çuvalı sırtlamış.
Emine'nin önüne düşüp yürümüş.
Ayakları kuş gibi uçarmış.


Beyobası'nı geçmişler
Bayır aşağı dereye inerken Emine bir bakmış

Hasan'ın yüzünden, ellerinden su gibi ter boşanıyor...
Az önce genişleyen yüreği daralmış:


Kendine yazık etme, Hasan!' demiş.
Ver çuvalı bana, ben gideyim! Sen bahçene dön!

Hasan soluk soluğa:
Buraya gelirken ant içtim. 
Geri dönersem sağ dönmeyeceğim! deyip yürümüş.

Emine'nin yüreği daha da daralmış ama çaresi yok.
Eski değirmeni geçmişler
Sutüven'in yanına gelince Hasan durmuş:

Emine! demiş,
Bana ettiğin zulümdür!
Tuzlar sırtımı yaktı...
Dur bir soluk alayım!


Emine:
Kavlimizde durup dinlenmek yok! deyip yürümüş.
Hasan bir taştan bir taşa atlayıp ardından yetişmiş.
Az daha gitmişler

Hasan yine durup yalvarmış:
Emine, zalım anana babana uyup beni çok ağır sınadın!
Bu kadarı yeter, hadi köye dönelim!


Emine'nin yüreği dilim dilim olmuş da
İçindekini yine dışarı vurmamış:

Ben sana dedim Hasan
Bu dağlar sana göre değil!
Ver çuvalı ben gideyim demiş.

Hasan gayretlenmiş, biraz daha yürümüş.
Demin yanından geçerken Hasanboğuldu dedim ya

Eskiden oraya Gök Büvet derlermiş.
Hasan oraya geldiğinde dizleri bükülüvermiş, olduğu yere çökmüş:


Ah, Emine! demiş,
Beni boş yere yaktın. 
Ben bu dağlara çıkamayacağım, gel köye dönelim!

Emine ağzını açıp bir söz demeden Hasan'ın sırtından düşen çuvalı yüklenmiş, tek başına, gerisine bakmadan yürümüş.


Çalıların ardında kaybolup giderken
Hasan anasız kalmış yavru kuş gibi bağırmış:

Emine
Obana gelemem
Köyüme dönemem
Beni buralarda bırakıp gitme!'

Emine durmuş, durmuş
Sonra başını çevirmeden yine yoluna düzülmüş.
Ta patlakların yanına gelinceye kadar Hasan'ın bağırdığını duymuş.

Garip oğlan suyun gürültüsünü bastırıp:
Emine
Ben senin ardından gelemedim
Sen benim ardımdan gel! diye seslenirmiş.

Emine bir yerde durup soluk almadan
Bir kere dönüp ardına bakmadan kırk okka tuzla obaya varmış.

Anası babası onu görünce her şeyleri anlamışlar.
Kız çuvalı oraya atıp yere yıkılmış, kendinden geçmiş;
Ama daha ortalık kararmadan yerinden fırlamış:


Duydunuz mu? Hasan beni çığırıyor! demiş.

Anası babası sormuşlar:
Hasan'ı nerde bıraktın?
Gök Büvet'in orda!


Kız sen deli mi oldun? 
İki saatlik yerden buraya ses gelir mi?

Emine kimsecikleri görmez
Kimseciklerin sözüne bakmaz, durup dinler, sonra:

Anacığım! Bak nasıl çığırıyor!
Yazık oldu...
Dur bir varıp bakayım!.. dermiş.

O gece zor tutmuşlar.
Obanın yanındaki ormanlarda sabahacak dolaşmış.


Gün ağarırken Gök Büvet'e inmiş.
Bakmış oralarda kimsecikler yok...

Suyun yanından geçip gidermiş
Bir de ne görsün
Hasan'ın dallı çevresi, koca çınarın su içindeki dallarından birine takılmış, yüzüp duruyor...


Onu oradan aldığı gibi koynuna sokmuş...
Dere boyunda bir aşağı, bir yukarı koşup:

'Hasanım! Ses ver de yanına varayım!' diye bağırmaya başlamış.
Her defasında dağlar taşlar ses verir:


Emine
Ben senin ardından gelemedim
Sen benim ardımdan geleceksin! dermiş.

Yemeden, içmeden üç gün dağlarda, ormanlarda, dere boylarında dolaşıp Hasan'ı aramış.

Zeytinli'ye inip anasından sormuş.

Kocakarı saçını başını yolar, ağlarmış.

Köylüler Hasan'ın Gök Büvet'te boğulduğuna kayıl olmuşlar (inanmışlar):

Güz yağmurlarından derenin suyu coştu. 
Ölüsü kim bilir hangi kovuğa girip kaldı?

Belki de sular aldı denize götürdü!' derlermiş.

Emine bunu duyunca:

'Yalan!' demiş
'Hasan ölmedi ki!
Beni çığırıp duruyor ama yerini diyivermiyor.
Araya araya bulurum helbet!'


Anası babası ardına düşmüşler, alıp kapamışlar.
O bir yolunu bulur, dere boyuna iner, Hasan'a seslenirmiş.

Gök Büvet'in yanındaki kayalara oturur, koşmalar düzer söylermiş. Bir gün anasına:

Hasan bana yine seslendi; 
Bugün beni Gök Büvet'te bekleyecek.
Bu sefer sağlam kavilleştik, gayrı kavuşacağız!' demiş.

Anası:
Amanın kızım, neler oldu sana?' diye ağlayıp dövünmüş.

Kız bir yolunu bulup ortadan kaybolmuş.

Akşamüstü oradan geçenler Emine'yi Gök Büvet'in yanındaki koca çınarın dalında, Hasan'ın çevresiyle asılı bulmuşlar.



Hacer kız kara gözlerini yüzüme dikerek:

İşte Gök Büvet'e o zamandan beri Hasanboğuldu diyorlar
Koca çınara da Emine Çınarı derler.
Hadi, geç olmadan yolumuza gidelim!..-

Akşam yaklaştığı için aşağıdan doğru derenin uğultusu daha çok duyuluyordu.
Kalkıp yürümeye başladık.
Güneş Sarıkız'ın arkasına girmiş, bulunduğumuz yeri birdenbire artan serin rüzgarlara bırakmıştı.

Eteklerine kadar çam, oradan denize kadar zeytin ormanlarıyla örtülü olan Kazdağı'nın bu yamacında saatlerce süren bir akşam başlamıştı.

Güneş bin yedi yüz metrelik dağın arkasına adeta vaktinden evvel saklanmakla, günün bu en güzel zamanını sanki isteye isteye uzatıyordu.

Midilli tarafından esen bir rüzgar körfezin girinti ve çıkıntılarında kırılarak boyuna yolunu değiştiriyor, suların üzerinde ayrı ayrı taraflara koşuşan dalgacıklar meydana getiriyordu.


Güneşin, Madra Dağları'nın üstündeki bulutlara vurarak onları kızıllaştıran ve oradan tekrar denize akseden son ışıkları, başka başka istikametlerde kırışan sularda türlü renkler yaratıyordu.

Dağın eteklerine sıralanan ve bazan hemen önümüze kadar yükselen tepeler, birbiri üstüne yığılmış karanlık bulut kümeleri gibi görünüyordu.


Daha uzaklarda, Ayvalık'ın karşısındaki Cunda Adası'nın alçak tepeleri, Kazdağı oralara siper olmadığı için, hala güneşin kırmızı ışıkları içinde yanıyor; biraz daha arkada, Midilli'nin o taraflara kadar uzanan kollarına karışıyordu.

Rüzgar çamların dallarında uğulduyor, önünde giden Hacer kızın etekleri ve ince örülü saçlarını öne doğru savuruyordu.


Saatlerce beraber geldiğimiz bu kızın ne kadar güzel
Ne kadar ahenkli bir yürüyüşü olduğunu ilk defa fark ediyordum

Olgun bir buğday tarlasında ilerliyormuş gibi hafifçe dizlerini kaldırarak ve başını ileri geri sallayarak adım atıyor


Çimenlerin ve renk renk çiçeklerin, üstüne çıplak ayaklarıyla basarken vücudunun ağırlığı olmadığı hissini veriyordu.

Yanına sokuldum:
Hacer kız- dedim
Emine'nin Gök Büvet'te oturup söylediği koşmalardan bildiğin var mı?
Obaya varmadan bana bir tanesini söyleyiver!


Durdu.
Gözleri, etrafımızı saran manzaranın ve biraz evvel anlattığı hikayenin içinde kaybolmuş gibi büyük ve dalgındı.

Şakaklarında, tozlarla karışıp sonra kalın çizgiler halinde kuruyan terlerin izleri vardı.
Derin derin nefes alıyordu.


Bu anda onu, etrafını saran tabiattan ayırmaya imkan yoktu.
Akşamın loşluğu içinde topraktan, çiçeklerin arasından fırlayıp büyüyüvermiş bir mahluk gibiydi.

Yavaşça dudaklarını oynattı:
Sana Emine'nin bir koşmasını okuyuvereyim! dedi.


Hasan'ına kavuşmadan az önce bunu söylemiş derler!..
Biraz düşündü; gözleri kapalı ilave etti:
Kim bilir...

Sonra arkasındaki çam ağacına sırtını dayadı, heybesini sağ omuzundan yere düşürdü, gözlerini yere dikti


Hafif, fakat tüyleri ürpertecek kadar içli bir sesle şu koşmayı okudu:






Tarık Başçıl  _    18 Nisan 2025

Not: 
Kırmızı yazılı kelime gördüğünüzde tıklar iseniz
Sizi "Vikipedi" e yönlendirir
Onun hakkında daha fazla bilgiye ulaşmış olursunuz

★★★★★★★★★★★★★★★★★★★


Blog dan Daha Fazla Bilgiye Ulaşmak İçin
Aşağıdaki Link Adresine Tıklayabilirsiniz



Yorumlar

  1. Tarık Hocam, Çok güzel bir öykü ile bize dokundunuz
    Sağol, emeklerinize sağlık
    (İstanbul Gül Seher)

    YanıtlaSil
  2. Ne kadar hüzünlü bir hikaye
    Bir çırpıda okudum
    kaleminize sağlık
    (Çanakkale Yeliz Eroğlu)

    YanıtlaSil
  3. Yazı çok uzun olduğundan kısa anlatımını dinledim
    Hele o ağıtı dinleyince içimde his ettim onların duygularını
    (Eskişehir Dilara Keskin)

    YanıtlaSil
  4. Sabahattin Ali
    Siyasi görüşünü bırakıp nesnel olarak hikaye, roman ve şiirlerini incelediğimizde, özellikle hikayeleriyle
    Türk Edebiyatı'nda damgasını vurduğunu söyleyebiliriz.
    (Ankara Ali Özgün)

    YanıtlaSil
  5. Karısının mezarı başında viyolonsel çalan genç bir adamın öyküsünü yazmıştır.
    1928 yılında Sabahattin Ali
    Nur içinde yatsın
    (Edirne Defne Algın)

    YanıtlaSil
  6. Markopaşa, Malûmpaşa, Merhumpaşa adlı siyasi mizah dergilerini çıkaran kişidir.
    (Kütahya Ali Dursun)

    YanıtlaSil
  7. Senin için ifade etmesi zor olan bir meseleyi
    İmkan olsa da Sabahattin Ali'den dinlesek.
    En karışık hususlarda bile şaşırtıcı derecede yalın ifadeler.
    Güzel insan nur içinde yat.
    (Hatay Cemile Kulu)

    YanıtlaSil
  8. Sinop cezaevinde kaldığı yeri gördüğümde iç geçirdiğim yazar.
    O yerde yazmadan insan kafayı yiyebilir.

    Ayrıca Kürk Mantolu Madonna'sını bir solukta okuduğum
    Leylim Ley ile gönlüme taht kuran değer verdiğim yazarımız.
    (Trabzon Sefa Gönül)

    YanıtlaSil
  9. Henüz 8. sınıfa giderken Türkçe öğretmenim sayesinde Kuyucaklı Yusuf isimli eserini okumaya fırsat bulduğum efsane kitabın yazarıdır.
    Işıklar İçinde Uyusun
    (Alanya Sema Tanır)

    YanıtlaSil
  10. Sen bir sosyalist fikir adamı ol
    Bu uğurda mücadele ver
    Hapislere düş...

    Yıllar sonra romanların Migros zincir marketlerinin raflarını süslesin.

    Vay lanet kapitalist dünyası.
    Sen ne kadar şerefsiz
    Ne onursuzsun bir düzensin.
    (Almanya Hasan A...)

    YanıtlaSil
  11. Çok naif bir karakter yazıları
    O kadar ince ki kötü kelimeleri bile çok zarif
    (İzmir Taner Kıvrak)

    YanıtlaSil
  12. "O gelmez artık!'' dedi.
    ''Nereden biliyorsun?'' dedim.
    ''Gidişinden belliydi!'' dedi..
    (Bolu Özcan Kara)

    YanıtlaSil
  13. Ne güzel söylemiş yazar:
    "Herkese içindeki iyilik kadar iyi bir hayat dilerim."
    (Malatya Meryem Çiller)

    YanıtlaSil
  14. Cumhuriyet tarihinde gerçekleşmiş
    En bilinen faili meçhul cinayetlerden birinin kurbanı olmuş müthiş yazar.
    (Yozgat Ali Sefa)

    YanıtlaSil
  15. Yüreği güzel
    Kalemi güzel
    Düşüncesi güzel
    Kendi güzel insan
    Bu ülkenin en değerlilerindendir.

    Maalesef şerefsizler tarafından canice öldürülmüştür.
    (Elazığ Atilla Demir)
    saygı ve sevgiyle anıyorum

    YanıtlaSil
  16. Tam 70 yıl önce 2 nisan 1948 de
    Bu ülkeden can güvenliği nedeni ile çıkmak zorunda bırakılan
    Sabahattin Ali bir ağacın altında
    Günlüğüne yazarken kafasına odunla defelarca vurularak katledildi...

    Görünen katil Ali Ertekin'di ve Mah ajanı idi..
    Emir almıştı
    Ve emri yerine getirdi...

    Cinayet faili malumdu
    Cinayet faili meçhul hiç olmadı..
    Ayrıca
    Benim meskenim dağlardır da demiştir..
    (Hollanda Aslı Kuzu)

    YanıtlaSil
  17. Çok yönlü bir kalem erbabı.
    Genç yaşta öldürülmüş olmasına rağmen

    Türk Edebiyatı'na unutulmaz eserler kazandırmıştır.
    Şiirleri ayrı güzel
    Romanları ayrı güzel
    Hikâyeleri ayrı güzel...
    (Adana Adnan Duran)

    YanıtlaSil
  18. Türk öykü tarihinin biçimlenmesine yön veren
    Aynı zamanda öğretmenlik de yapan en önemli toplumcu gerçekçi şair ve yazarlardandır.

    Soyadı kanunu sonrasında ailesinin aldığı Şenyuva soyadını değil de
    Babasını çok sevdiği için ali soyadını kullanmıştır.
    (Gerçi nüfus müdürlüğünde Ali’ye izin verilmediğiden dolayı Alı’ya karar vermiştir)
    (İstanbul Kasım Erdoğan)

    YanıtlaSil
  19. Aldırma Gönül ya da Hapishane Şarkısı Yazar ve şair Sabahattin Ali tarafından halk dilinden yararlanarak 1933 yılında yazılmış ünlü bir şiir ve şarkıdır.

    Şairin, Sinop Cezaevi'nde hükümlü bulunduğu sırada yazdığı ve adlandırmak yerine numaralandırdığı
    Hapishane Şarkısı adlı beş şiirinin sonuncusu ve en bilinenidir.

    Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma.
    Ağladığın duyulmasın
    (Sinop Demir Kırlangıç)

    YanıtlaSil
  20. Okumayanlar için
    Kürk Mantolu Madonna
    Kuyucaklı Yusuf
    İçimizdeki Şeytan
    Okunması öneririm
    (Aydın Huzur Asma)

    YanıtlaSil
  21. Kullandığı dile ve yaptığı betimlemelere hayran olduğum yazar.
    (İstanbul Duygu Şanlı)

    YanıtlaSil
  22. Çok büyük bir aşk yaşadığına inandığım büyük yazar.
    Yoksa yaşanan bazı şeyler olmasa adınız Sabahattin Ali bile olsa
    Aşkı bu kadar naif ve yüce anlatamazsınız.
    (Tekirdağ Filiz Demirci)

    YanıtlaSil
  23. Hayatı güzel özetlemiştir:
    Bazen üzüntülerin uzattığı
    Bazen yalancı bir sevincin kısalttığı günler
    Çok çabuk geçti.
    (Çorlu Nevin Sümbül)

    YanıtlaSil
  24. Şimdilerde ne böyle bir sevgi nede insan kaldı.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bayramlar Ne Zaman Çıktı ve Tüm Dünyadaki Bayram Günleri ve Adları

Hayattan Kısa Öykü ve Öğüt _ 003 _ O Gün, Benim Onurumu Kurtardınız.

İnsanlık Değerini Hesaplayacak Bir Hesap Makinemiz Yok

Hayattan Kısa Öykü ve Öğüt _ 004 _ Patates Torbası

Demek ki Yaşlılarımızın Beden Güçlerinden Değilse Bile, Akıl ve Deneyimlerinden Yararlanabilirmişiz

Yaşamdan Kısa 5 Video 005

Hayatta Dört Aşamalı Bir "SİLİNME" Süreci Vardır

Unutulmaz Film Sahneleri ve Müzikleri _ 03

Kızım Bana Kapıyı Açar

Hayattan Kısa Öyküler ve Öğüt _ 002 _ Bir Hırsızın Portresi