Avustralya da Çalışmak İçin Giden Bir Türkün Orta doğu ile Batıının iki ayrı dünya ilgi Gözlemleri, Boş Zamanda Okunması Gereken Güzel Bir Yazı

Yazı çok güzel ama uzun, zamanınız yok ise okumayı erteleyin boş zamanınızda okuyunuz

Bir yaz sıcağında bütünleme sınavlarına hazırlanıyordum.
Yanımızdaki daire boyanıyordu.
İçindeki işçiler durmadan gülüyorlar, alaycı bir şekilde bağırıyorlardı. Gürültüleri yüzünden ders çalışamıyordum. Yanlarına gittim.
Ortalarında bir kişi çaresiz bir şekilde bana bakıyordu. Ötekilerin hepsi ona alaycı bir şekilde gülüyordu.

“Ne oluyor burada? İki saattir gürültünüz den ders çalışamıyorum.” dedim. Alaycı bir şekilde o adamı gösterdiler.
Durumu anlamadığımı gösterir şekilde kafa salladım.
“Romanyalı” dediler.
“Ne olmuş?” dedim.
Güldüler, “Yabancı” dediler.

Ertesi günde aynı adamla yine dalga geçiyorlardı.
Yanlarına gittim, bu sefer kızgındım.
“Adamla derdiniz nedir? Bir şeyi yanlış mı yapıyor?” dedim.
“Yooo, Romanyalı, yabancı” deyip gülmeye devam ettiler.

Kızdım ve biraz sert sesle.
“Adam adam gibi çalışıyor, niye durmadan kafa buluyorsunuz?” dedim.
Ustabaşılarına “Bu adam kim? Yanlış bir şey mi yapıyor?” dedim.

Ustabaşı “Romanya dağılınca buraya gelmiş çalışmaya.
Biz de iş verdik, acıdık” dedi.

Acıyıp iş verdikleri adam zaten ucuz olan inşaat sektöründe sıradan bir işçinin aldığının dörtte birini alıyordu.
Üstüne üstlük bir de durmadan dalga geçiliyordu.

İş bitince öteki işçiler eve gidiyor, o biraz daha fazla tek başına çalışıyordu.
Bir akşam yanına gittim.

Harika bir resim çizmişti duvara…

3-5 kelime İngilizcem ile harika resim çizdiğini söyleyip, nerede öğrendiğini sordum.

Romanya’da bir Üniversitede resim hocasıymış.

O yıllar Sovyetler Birliğinden birçok kadın Türkiye’ye çalışmaya ya da ticaret yamaya geliyordu.
Hepiniz hatırlarsınız o kadınlara birer hayat kadını muamelesi yapılıyordu.
Her birisi potansiyel orospuydu bizim insanların gözlerinde ve durmadan “Nataşa” diye alay ediliyorlardı.

Ülkeye gelen birçok Batılı turisti gördüm, tanıdım ama onlar sadece turistti. Çalışmıyorlar, geziyorlar ve gidiyorlardı.
Bir çeşit dokunulmazlıkları vardı.

Ancak Romanyalılar, Ruslar ya bizimle çalışıyor ya bize çalışıyorlardı. Yollarımız değil, yaşamlarımız kesişiyordu.
Okul bittikten 2 sene sonra yurt dışına gittim.
Yabancılarla çalışmaya başladım. İçimde hep bir korku vardı…

Kendi ülkeme çalışmaya gelen insanlara bizimkilerin yaptığı davranışlar bana da yapılacak mı?
Gözlerimin önüne hep, çaresiz bakışlarla bana bakan Üniversite’de resim hocası o Romanyalı adam geliyordu.

Yabancı olmak böyle bir şey miydi?
Sıra bende miydi?
Yurtdışına gittiğim gün ilk elden beynimde dolanan sorular bunlardı…

İlk bir Türk’ün yanında çalışmaya başladım.
Hemşehrimdi, neredeyse tuvalette bile namaz kılacak kadar ibadete düşkündü. 
Bana “İngilizce ve iş bilmiyorsun.
Bunları öğrenene kadar takıl burada.
Öğrenince ücretini konuşuruz” dedi.

10 saate yakın çalışıyordum. Toplam 10 dolar veriyordu. 1 paket sigara parasıydı.
O dönem saat ücreti o ülkede 10 dolar idi.
1 aydan fazla zaman geçmişti.
Her işi yapar olmuştum.
Ücreti konuşmak istediğim zaman sürekli hazır olmadığımı söylüyordu.
Çaresiz kalmaya başlamıştım.

Bir gün bir Türk arkadaşa rastladım.
“Nerede çalışıyorsun” dedi.
Söyledim. “Adam hemşehrim dedim.

“Bırak hemşehriyi. Hemen oradan çık, el altından bir iş bul ve sakın kalma.
O adam ilk gelen Türkleri alır, para vermez, aylarca kullanıp atar.
Türkleri boş ver.
Yabancıların yanında çalışmaya çabala.
Türkler asla hakkını vermez. Oyalarlar seni. ” dedi.

Bir Batılının yanında iş buldum.
Ne verirse almaya razıyken ummadığım şekilde saatime 12 dolar verdi.

İngilizcem yoktu.
Yeni öğreniyordum.
Adamlar bunu bana karşı asla kullanmadılar.
Her defasında bir bebekle konuşur gibi yavaş yavaş iş bilgilerini aktarıyorlar, sabırla beni dinliyorlardı.

Orta doğu ile Batıının iki ayrı dünya olduğu konusunda ilk ışıklar o zaman içimde yanıp sönmeye başladı.

Patronum, yerleri silmemi isterken bile büyük bir kibarlıkla bana “Sir” diye hitap ediyor, arkadaşları ve ailesi ile tanıştırırken 
“ Bu centilmen Türkiye’den yeni geldi aramıza katıldı” diyordu.

İNANIN benimle kafa buluyorlar sanıyordum
YİNE İNANIN Adamların kültürü buydu ve samimiydiler.

Devlet dairesine vize uzatmaya ya da bir sorun halletmeye gittiğimde memurlar “Sorununuzu bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.” diyorlardı.
İnanamıyor, bana mı dediler acaba diye sağa sola bakıyordum.

Yine içimde aynı duygu beliriyordu:
“Yok yok, ben yeni geldiğim ve fazla dil bilmediğim için bunlar kafa buluyor benimle”
Asla inanamıyordum devlet memurundan, belediye şoföründen, polisinden, patronuna kadar böyle davranışlarla karşılaştığıma…

Daha sonra dil konusunu halledip, eğitimim üzerine profesyonel bir iş bulup, işte de deneyim kazandıkça statü elde etmeye başladım.
Ama içimdeki korku geçmiyordu.
Ya bir gün içlerinden birisi “Yeter ama sen de kimsin, daha dün geldin boktan bir ülkeden; şimdi bize ağalık taslama” derse ne yapacaktım?

Romanyalı işçi geliyordu hep aklıma…

Ancak asla böyle bir şeyle karşılaşmadım, herkes işini yapıyor, farklı kimliğiyle, insanı değeri ve çeşitliliğiyle saygı görüyordu.

Orta doğuluları tanımaya başladım. 
Benden yıllar önce gelip orada yaşayanları…
Bir ara Lübnanlıların mahallesine taşındım.
Sidney’de Lakemba denilen bir mahalle.
Küçük Orta doğu olarak bilinen bir yer.

Mahalledeki Lübnanlıların çoğu Lübnan iç savaşından kaçıp gelmişti.
Ancak mahallede sürekli olay oluyor, polis basıyordu.
Avustralya gazetelerinde o dönem birkaç ayda bir 5-10 Lübnanlı tarafından kaçırılıp tecavüz edilen 17-18 yaş civarlarında kızların haberleri yer alıyordu.

Sadece tecavüz olaylarıyla değil, gasp, soygun ve öteki suçlarla da Lübnanlılar anılıyordu.
İnanamıyordum olanlara. Lübnanlılara sorduğumda gülerek Avustralyalıları gösterip “ Bunlar kafir” diyorlardı.

Maria adında bir kız çalışıyordu yanımızda.
Bir gün işten acilen çıkma kararı aldı. 2 hafta önceden bildirmesi gerektiğini, yerine adam bulmak zorunda olduğumuzu söyledim.
Bana “Erkek arkadaşımdan ayrıldım” dedi.

“Ne olmuş.” dedim.
“Erkek arkadaşım Lübnanlı. Acil kenti terk edeceğim.
Bulurlarsa ya öldürürler, ya toplu tecavüz ederler.” dedi.

Lübnanlıların bu tip olaylarını görünce çıldırma noktasına gelmiştim.
Her türlü pislikleri için yaptıkları açıklama hep aynıydı : “Bunlar kafir”
Düşünün…

Kendi iç savaşınından kaçıp dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birisine kaçıyorsunuz.
 Bu ülke size bakıyor, işsizlik parası veriyor, bedava ev veriyor yaşamanız için. Bütün sosyal haklarını ve konforlarını size acıyor.

Siz “Bunlar Kafir” diyerek hem kızlarına tecavüz ediyor, hem mallarını gasp ediyor hem de sosyal sistemlerini sömürüyorsunuz.
En son sahillerdeki bikinili kızlara saldırmaya başladılar.
Sebep yine aynıydı : ”Siz kâfirsiniz”

Avustralya halkı artık dayanamamıştı ve hem Lübnanlıların bu davranışlarına hem de kurdukları mafya organizasyonlarına karşı büyük bir ayaklanma başladı.
Lanet olsun böyle adamlara diyerek mahalleden kaçtım.

İŞİD’a katılan gruplar arasında Avustralya’dan gelip katılanlar dikkat çekiyordu. Kimse böyle bir katılımı beklemiyordu.
BBC’de geçen çıkan bir habere göre, Avustralya’dan gelip İŞİD’a katılanların büyük çoğunluğunu Lübnanlılar oluşturuyordu.

Beni hiç şaşırtmamıştı.
Yaşadıkları medeni ülkelerde kavgayla, gürültüyle, avaz avaz bağırmayla hiçbir iş hall edilemeyeceğinin çaresizliğini yaşıyordu Orta doğulular…

Bütün kıvranmalarının temelinde bu vardı.
İŞİD’a katılmak bir çeşit özlemini duydukları kavganın, gürültünün ve birbirine acı vererek mutlu olmanın gerçekleştirilme yoluydu.
Bir çeşit Ortadoğulu için mutluluk iksiriydi, çok geç kalmış bir rüyaydı…

Hava atamayacağınız, gösteriş yapamayacağınız, bağırarak, kavga ederek hüküm kuramayacağınız yaşam bir çeşit cehennemdi…
Kaliteli sıradan bir insan olmak büyük bir hayat yüküydü…

Yıllarca dillere dolanan 
” göçmenlerin entegrasyonu” problemi yıllarca yüzlere takılan bir maskeydi…
Gittikleri yerleri, geldikleri yerlere çevirememenin acısı vardır Ortadoğuluların yüzlerinde…

Lübnanlılar kadar olmasa da Türk mahallelerinde duyduğum, gördüğüm hikâyeler çok benzerdi.
Yalandan aldıkları sahte sağlık raporları ile işsizlik fonlarını, sigorta şirketlerini dolandırmak çok revaçtaydı.

Birçok Türk kendisini ya hasta, ya işsiz göstererek, gizliden çalışarak devletten para yürütüyordu.
Kahkalarla birbirlerine üçkâğıtçılıklarını anlatıyorlar, Türk kahvelerinde birbirlerine nasıl devlet soyulacağı konusunda akıl veriyorlardı.

Sosyal kurumların önünde sahte kâğıtlarla devleti dolandıran Türklere bakıyordum.
İçlerinde en Şeriatçısından, en Komünistine. Alevi’sinden Sünni’sine, Türk’ünden Kürt’üne hepsi vardı.
İdeolojileri ve kimlikleri ne kadar farklı olursa olsun davranış kültürleri ve düşünme biçimleri hep aynıydı.

Aynı işi yapıp aynı parayı alan yerlilere, Türker’in yaptığı gibi yapmasını ve devleti dolandırıp ekstra para almasını söylediğimde çoğunun tepkisi aynıydı:

“Sistemime zarar veremem, çünkü ülkemi seviyorum.”
Ortadoğululara bu adamlardan aldığım cevabı söylediğimde, söyledikleri hep aynıydı.
Büyük bir alaycı kahkahanın ardından:
“Bunlar aptal”
Devletini soymayan yerli halkları aptal gözüyle görüyorlardı

Ortadoğuluların anlattığım bu özeliğinin yanında başka bir özellikleri de Güç gösterisi.
Yani hava atmak.
Ülkemizde bilirsiniz.
Cebine 3 kuruş giren adamın ilk yaptığı şey hemen hava atmaktır.
Ya bir lüks araba, ya bir telefon, onu da bulamazsa hava atacak muhakkak bir şey bulmaktır.

Var olmanın dayanılmaz hafifliği hava atmaktır.
Güçlü görünmektir.
Kibir ve dokunulmazlık duvarları örmektir.
Yükseklerde görünmektir.

Sokakta tesadüfen tanıştığım ve davranışlarından giyimlerinden çıkartmadığım insanların vali, belediye başkanı, milletvekili çıkmasına çok şaşırıyordum.
Hemen gözlerimin önüne Ortadoğu geliyordu.
Tabi Ortadoğu’da vali, belediye başkanı, milletvekili olmak…
Türkiye’de yanına bile yaklaştırılmadığımız adamlar, burada yolda yürüyen, ekmek alan, gazete alan, ayaküstü tanıdıklarıyla konuşan, benimle tanıştırılınca memnun olduklarını söyleyen insanlardı…
Anlatacağım bir milyon örnek var bu anlattıklarıma paralel.

Asıl konuya döneyim tekrar…
Ortadoğuluları yurtdışında tanıdım.
Nasıl yalancı, ahlaksız, kendilerinden başka hiç kimseye saygısı olmayan, tek dertlerinin üstünlük, güç ve ego olduğunu başka ülkelerde gördüm.

Türkler, Iraklılar İranlılar, Afganlılar Pakistanlılar, Lübnanlılar…
Aklınıza gelen Ortadoğu’nun bütün halkları…
Aynı kalıptan çıkmış gibi sahtekârlıkta, dolandırıcılıkta, riyakârlıkta muazzam hünerlerini göstermekte yarışıyorlardı.

Birçoğunun bütün derdi devleti, sosyal kurumları kısaca önüne geleni soymaktı.
Bir de, din adına bu soygunları yaptıklarına inanıyorlardı.
Oturma haklarını almak için her türlü yalanı, palavrayı ve üçkâğıdı çevirdikleri devletleri rahatladıkları ilk an soymaya başlıyorlardı.

Niçin böyle yaptıklarının cevabını vermeden önce atacakları alaycı kahkaha hep hazırdı:
“ Bunlar Kâfir”

Bir ara ticaret yapmıştım. Hem Ortadoğululara hem Batılılara mal satıyordum.
İş üzerinde ahlaklarını görme fırsatım olmuştu ve çok büyük bir deneyimdi benim için.

Bir Batılıya mal satınca söylediği şey
“ Ayın şu günü benim ödeme günümdür. İsterseniz parayı hesabınıza gönderelim, isterseniz çekinizi o gün gelin alın.”

Ortadoğuluya mal satınca cevap hep aynıydı: 
Mal satılınca parayı alırsın,
Mal satılınca da para verilmez, bahaneler uydurulur ve hep başka günlere ertelenirdi.
İsyan ederdim.

Sabah akşam din diyanet satan, ahlak dersi veren adamların bütün işlerini üçkâğıtçılıkla, dolandırıcılıkla, riyakârlıkla yapmalarına isyan ederdim.

Durmadan Ateistlerle dalga geçip, Batılılara sonsuz nefret kusan adamların nefret ettikleri, dalga geçtikleri adamların binde biri kadar ahlaka ve dürüstlüğe sahip olmamaları isyan ettirirdi beni…

Kanadalı bir arkadaşım vardı.
Amerika’ya et ihraç ediyordu.
Bir gün sohbet ediyorduk. Y
Eni parti canlı hayvanları ihraç etmişti.

“Ödemeyi neyin üzerinden yapıyorlar? Hayvan başına mı yoksa kilo başına mı ödeme yapıyorlar?” diye sordum.
“Kilo başına.” dedi.
“Kaç kilo sattın?” dedim.
“Bilmiyorum” dedi.
Şaşırdım.

“Nasıl öğreneceksin?” dedim.
” Hayvanlar Amerika’ya ulaştığında, Amerikalı alıcı hepsini teker teker tartıp bana bildiriyor.” dedi.

Şok olmuştum. Adam Amerikalı et ithal eden firmadan öğrenecekti ne kadar kilo hayvan sattığını…
Dürüstlüklerinden endişe etmiyordu…

Allah aşkına…
Ortadoğu’da hiç böyle bir örnekle karşılaşanınız var mı?

Hemen bin sene öncesinden peri masalına dönmüş örnekleri vermeyin.
Ortadoğu ülkelerinden sadece birisinde böyle bir örnek yaşanıyor mu?
Dürüstçe cevap vermeyin ama dürüstçe bir düşünün lütfen…

Türkiye’de iken Atatürk karşıtı idim.
“ Muasır medeniyetler seviyesine çıkmalıyız.” sözü ile dalga geçerdim.
Ancak yurtdışına çıkıp, özellikle medeni ülkelerdeki halkları ve oradaki her türlü imkâna ve rahata rağmen kendi ülkelerindeki soygun, vurgun düzenini kuran Ortadoğuluları görünce Atatürk’ün değerini anladım.

Türkiye’deki arkadaşlarıma Atatürk’ün değerini anlattığım zaman benden duyduklarına inanamıyorlardı ve nasıl oldu da Atatürkçü oldun diyorlardı.

“Atatürkçü değilim, Atatürk’ü anladım.
Daha da önemlisi sizlerin ne mal olduğunuzu anladım.” diyordum.

Sabahtan akşama kadar birbirine ahlak dersi veren Ortadoğu ülkelerine ve halklarına bakın.

Tek uzman oldukları şey içlerine tesadüfen doğdukları yerel, etnik ve dini değerleri mutlak üstünlük ve yücelik olarak görüp, o kimliklerden ve inançlardan gelmeyenlere yeryüzünü zindan etmek.

Dillerinden düşürmedikleri “Hepimiz Kardeşiz” sözü en büyük yalanları.
Bu sözü söyledikten sonra arkanızı dönünce gizliden fısıldadıkları bir söz daha var:
“Hepimiz kardeşiz ama abi benim. Ben ne dersem o olur.” 
Bütün hikâyeleri bu cümlede özetlenmiştir.

Tüm amentüleri devlet soymak, devlet soyulmazsa birbirini soymak.
Ve gittikleri yerleri geldikleri yerlere benzetmek…

Farklı inançtan, mezhepten, kimlikten gelenlere “kendi yüce ve üstün” değerlerini dayatmak.

Batılı bir Sosyolog arkadaşıma Batı – Doğu kıyaslaması yaparken her Ortadoğulunun aspirin gibi her soruna tedavi olarak söylediği sözü söyledim:
“Siz bizi sömürdüğünüz için biz bu haldeyiz.”
“Hayır” dedi.
“ Biz sizi sömürdüğümüz için bu halde değilsiniz. Aksine siz bu halde olduğunuz için sömürülüyorsunuz.”

Doğu toplumunu Batı’da tanıdım.
Türkiye’deyken “Kahrolsun Batı, Kahrolsun Doğu sömürüsü” der dururdum.

Ancak yaşadıkça şunu gördüm ki, 
Doğu’nun büyük bir “Doğulu” sorunu var.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anneler Günü İçin 3 Derleme

Kağıt Bardak ve Makam

Yaşam Trenimiz

Bilge ve Cahil

Sultan Abdülaziz’in Dişi Ağrımamış Olsa idi. Gezi Parkı Davası Olmayacaktı. Niye Aron Angel İlgisi Var ve Belediye Seçimi

Afrika Niye Önemli

Unutulmaz Film Sahneleri ve Müzikleri _ 2

Hayattan, Edebiyattan, Tarihten ve Filozoflar gibi Ünlü Kişilerin Sözler ve Videolar Serisi _ 040

Bazen Önüne Gelecek Çok Büyük Fırsatı, Aslında Fırsat Olmadığını Görebilen Kişi Olmak. Sizi Sony Yapabilir

Film Önerim _ Bitmeyen Sınav (12th Fail) _ Biyografi _ Hindistan _ 2023 _ İmdb 9,1